3 Aralık 2013 Salı

yolu memişlerden geçmeyen şarkılar biraz eksiktir


müzikten çok anlayan bi insan değilim, müzikle yaşayan daha doğrusu (yoksa kendimce bişiler anlıyorum ben de canım, seziyorum falan filan) .

pek olmaz bana ama bugün aniden canım bir parça çekti, ya insanın canı müzik çeker mi! çekiyormuş valla; bende ilk defa oluyor (şimdi şüphe ettim, size yalan söylemeyeyim, daha önce olmuş unutmuş da olabilirim, müzikle ilgli bilgilerim dönem dönem sıfırlanıyor zannımca, alışmadık götte don durmuyor).

neyse diyeceğim şu ki bugün bunu çekti canım, cohenden famous blue raincoat.

ya valla bakın ben de sevmiyorum hattızatında anadilimde olmayan sözünü anlamadığım şarkıları ama istisnalar oluyor elbet..  yoksa valla cohenden hepi topu 6-7 parça anca biliyorumdur. öyle anlamam yani, vakti zamanında bazı müzik yazıları giirp entel dantel takılsam da müzik gurmesi değilim ben efendim, sanılmaktan da imtina ederim! (müzik gurmeliği başka bir şey arkadaş, korkutucu bir yanıyla benim için, ben anlamam etmem neticede, sıkılırım zira, yok yok, ben sadece dinleyiciyim, ne alıcı ne satıcıyım efenim)

ne diyorduk; anadilde müzik iyidir. ama ne kadar anlamasam ve sevmesem bazen müzik dilin de ötesinde bişeydir..

bir kaç dakika kafamı sola eğiltip, çenemi çıkarıp düşündükten sonra:

kafam şu an çok açıldı, müziğin nası bir sanat olduğunu kavrıyorum hacı, olaylar olaylar. gelin size sanat nedir onu anlatayım. bak mesela geçen fotoğraf nedir onu anladım, neredeyse kitap yazacaktım ama durmuyor kafamda bunlar. hep gidiyor ya.
allah hislerimi sanat müptelası aklımı ev kızı yaratmış nedeyim.

bu arada aydınlanma bahsi geçmişken bu hafta yaşadığım iki aydınlanmayı sizin de ufkunuz açılsın.

birincisi hani namık kemal fıkraları var ya aslında namık değil nam-ı kemal fıkralarıymış, namık kemalle alakasını hiçbirimizin çözemediği o fıkralarda bahseedilen kişi anonim olduğundan, adamın biri anlamına gelen nam-ı kemalmiş efenim.

ikincisinde ibo diyor ya "dam üstünde uneler" diye ordaki "uneler"in akıbeti benim için çocukluktan beri muammaydı, une de ne ola ki diye az düşünmedim! ama şarkıyı kendi kendime mırıldanırken geçen aniden kafama dank etti, hacı uneler dediği "une"nin çoğulu değil; "un" unun elenmesi! tombul memeli bir kadının dam üstünde un elemesi hasebiyle oluşan bıngıldama tasvir ediliyor parçada.

yaa yaaa.

not: evet ben evi toparlarken tombul tombul memeler, salla salla gül memeler çağlasın gibi; yolu memişlerden geçen şarkılar söylüyorum. ne coheni allasen!

1 Aralık 2013 Pazar

unutma müzeyyen sen de özleyeceksin!


antidepresanımı almayı unuttum, kötü rüyalar görecem diye korkarak uykuya dalıyorum, sabah 9 gibi uyanıp oh be kabus görmedim diye seviniyorum, tek hatırladığım rüya eski diş fırçamı çöpe atıp dişlerimi yeni fırçayla temizlediğim, biraz bisküvi atıştırıp misler gibi korkusuz uyuyorum, 10da ter içince uyanıyorum; tek bir rüyada gördüklerimi hatırlarken bile dumur oluyorum;

arkadaşlarımdan biri meğersem evliymiş beni kandırıyormuş,
çocuklar kedimi yıkamışlar kedim tüysüz kalmış,
sevdiğim şairin çocuğu hastaymış doktor doktor geziyordu ben de ver abi bu kargaşada yengeylen senin elinizdekileri taşıyayım diyordum,
çocuk iyileşecekmiş ama her gün bir xanax içecekmiş,
çocuk büyürken onun dadısı oluyorum,
çok zengin bi ev, tuvalet altından, altına sıçıyosun o derece,
beni özleyen bi arkadaşım annemden korkuyor beni ziyaret edemiyor, 5.kata tırmanmak suretiyle arada uğruyor,
ben roman yazıyomuşum, yeni romanımı sokaklarda yaşayarak yazıyorum, gece hayatına dalıyorum, adam bıçaklıyorum, bu roman olarak iyi satar filmini de çekmeli diyorum,
misafirliğe gidiyorum annem ranzada uyuyamaz bu diyor benim için, misafirin kızına senin yatağında yatsın diyor, utanıyorum ama cidden ranzaları sevmiyorum,
lise arkadaşlarımla bir kafede karşılaşıyorum, kendimde değilmişim, anında bruce lee oluyorum, hıncım varmış onlardan bir güzel çıkarıyorum, onları pataklıyor, etrafı dağıtıyorum çıkarken garsona hesabı onlar ödeyecek diyorum, bunun çok afili bi hareket olduğuna inancım büyük,
saçlarımı kazıtıyorum,
balkon demirliklerinde yürüyorum,
peşimde adamlar var her rüyada olduğu gibi köşe bucak onlardan kaçıyorum, tam yakalanacakken kurtuluyorum,
hep ağlıyorum, hep bir şeyleri, birilerini arıyorum, hep birilerinden kaçıyorum, beni özleyenler bana, ben özlediklerime kavuşamıyorum..

ah müzeyyen ah, yazık sana be çocuğum..




20 Kasım 2013 Çarşamba

Minik bi hikaye

Ally McBeal avukattır, kendi şirketinden istifa ettiği gün  yeni bir iş teklifi alarak eski okul arkadaşının yeni kurduğu hukuk firmasında işe başlar. Aynı gün içinde bir işten istifa edip yeni bir işe başlayan Ally'yi yeni firmasında bir süpriz daha karşılar, ilk ve en büyük aşkı Billy de aynı firmada çalışmaktadır. Birlikte büyüyen Ally ve Billy üniversitenin birinci yılında yaşadıkları ayrılıktan sonra yıllardır görüşmemişlerdir. Ally daha bu şaşkınlığı atamadan bir de Billy'nin görüşmedikleri yıllarda evlendiğini öğrenir. Üstelik Billy'nin karısı güzel ve alımlı bir avukattır.

Ally'nin ilk iş gününün sonunda Billy ve Ally geçmişlerini konuşurken içeri Billy'nin karısı girer, sohbeti böldüğünü farkedince Billy'yi dışarıda beklediğini söyleyerek çıkar, henüz Ally'nin kim olduğundan habersizdir.

Ally, Billy'ye "karın hoşmuş" der, Billy, Ally'yi tanıdığından güler, "onun şişman ve ön dişleri eksik olmasını isterdin değil mi" der, gülüşürler. Ally soran gözlerle Billy'ye bakar; Billy;  "akşamları horluyor" der. Ally'ye bu yetmez, Billy ekler; "aslında gerçek sarışın değil". Ally; "bana daha fazlası lazım" der, Billy anlamıştır, "sağ ayağının küçük parmağı mı?" der, Ally heyecanla evet anlamında başını sallar, gözlerini kocaman açmış Billy'den yanıt beklemektedir, Billy uzun uzun, güzel güzel Ally'ye bakar ve "Sert" der, "Sağ ayağının en küçük parmağı sert!".

Ally'nin mutluluktan gözleri dolar. Tamam der, işte şimdi oldu. O akşam evine şarkı söyleyerek, mutlu mesut gider. Billy'nin karısının sağ ayağının küçük parmağı setttir! Kıskanılacak bir durum yoktur, Billy Ally'nindir ve hep öyle kalacaktır!

                                                        ***

Ally McBeal'in ilk bölümü bu. Bunu 17 ve 27 yaşımda iki kez izledim. İkisinde de ağladım. Geçen hatırıma gelince sana anlattım ama seni de ağlattım. Affet beni. Kahveleri koydum, hadi gel de kahve içip laflayalım. İki lafın belini kıralım. Dedikodu da yaparız; neler birikti neler. 



5 Ekim 2013 Cumartesi

hani derin bir tutkuydu (hem yazıyla alakalı hem mutsuz başlıklar 1)

ne vefasızmışsın be müzeyyen, ne hain, ne vicdansız, ne insafsızmışsın!

sormazsın halim nicedir! ses ver uzaklardan! ses ver sesime!

yoruldum müzeyyen! biliyorum dönmeyeceksin ama hiç olmadı bir alo de be!

25 Eylül 2013 Çarşamba

sen devam et montajda hallederiz (yazıyla alakasız ama eğlenceli başlıklar 6)

etraf mavi masmavi... mavi iyidir, hatta burdaki gibi damarlı yer yer koyulaşan mavi daha da iyidir ama olmadı, blokcukum aradığı görüntüye hala kavuşamadı.

müzeyyen bloğun rengini yadırgayadursun (-a durmak ne güzel yardımcı fill lan) (yardımcı fiil deniyodu dimi, denmiyo da olabilir) biz maviden yürüyelim.

müzeyyen'in geçen yakaladığı iki arkadaşına çoşkuyla açtığı, parçayı ilk dinlediği günleri unutarak -ki kendisi onlarca dinleyişten sonra parçaya ısınmıştı- onların duyar duymaz parçaya aşık olmalarını beklediği onlar olmayınca hayal kırıklığına uğradığı blue lips parçasını buraya koyalım. müzeyyen onların dinlemesine müsaade bile etmemişti halbüse.. hem zaten arkadaşları güzelmiş demişlerdi, ama bu normal şartlarda beklenen tepkiydi, o sırada şartlar müzeyyen için anormaldi onun istediği arkadaşlarının şarkı eşliğinde parendeler atmaları balkondan uçmaları idi.

bu da müzeyyen'in öyle bir anısıdır. müzeyyen dış dünyasında olgunsa da içisinde ayarsızdır.

bu parçanın sözlü klibi, aşağındaki de canlı kaydı, seçim sizin.

not: parça ben diyeyim ordan oraya savrulmak bir türlü tutunamamak siz deyin mavinin hüznü hakında.





24 Eylül 2013 Salı

green grass ve beş ozanlar hakkında

bir kaç ay oluyor heralde, kafayı tom waitsle bozmuştum, benim kafayı bir şarkıcı/grupla bozmam demek genelde bir parçaya takmam ve bıkana dek onu dinlememdir.  tom waits abimizin yüreğimi dağlayan o içli sesiyle green grass'ı dinliyip duruyodum. 

 (ki bence bir beşli varki "beş ozanlar" koydum adlarını hem ozan hem şarkıcılar. bildiğin şiir yazıyorlar şarkı sözü değil arkadaş, dinliyorsun bi parçayı; dil bilmesen dahi ulan diyorsun, burda derin bi mevzu var, bir arka plan var. öyle de insanlar bu abilerimiz. şimdi tom waits'e değinelim, zaman zaman diğerlerini de anarız) (bir aydır kenarda bekleyen bu yazının tam da burasına, beş ozanları tanıtan bir cümle daha ekliyorum, "hepsinin de sesleri sankim mazhar alanson'un sesinin farklı versiyonları gibi" bu şahane tesbiti yapan o kendini biliyor'a da selamımızı çakalım)

 (beş ozanlar; tom waits, leonard cohen, mark lanegen, nick cave, bob dylan)

neyse mevzumuza dönelim: bi kaç ay önce tom waits'in green grass parçasına taktıydım işte. ve her zaman olduğu gibi, yetersiz ingilizcemle, sözlerden anladığım bir kaç kelime ve melodiyle  kafamda bu parçaya türkçe söz yazmış ve de bi klip çekmiştim. (belki şarkıları bu şekilde asıllarından koparıp kendi hayalgücümün ürünü yaptığım için bu kadar bağlanıyor, kafayı takıyorum.) (uu beybi bende bi aydınlanma oldu) 

uzun süre kafamda uydurduğum sözlerin etkisi kaçmasın diye de parçanın sözlerine bakmadımdı. an gelip baktığımdaysa mevzuyu yakaladığımı farkettim ve o gece bir gazla, olmayan ingilizcemle parçayı türkçeye çevirdim. tabi çevirdim dediysem baya kendi kafamdaki senaryoya uydurarak.

günlerce de bu çevirimi mail listemdeki türlü arkadaşlarımla paylaştım, milleti bıktırdım. sonra da utançla şarkıyı da, çeviriyi de bi kenara attım. geçen dost sohbetinde tom waits bahsi açılınca sandıktan çıkardım...

uzaktan ilgili, yakından ilgisiz bu çevirimle huzurlarınızdayım efenim, ingilizce bilenlerin, kıyaslayıp bu ne laaa!!! ; yarım yamalak bilenlerin ise ohaa ne güzel çevirmiş! demeleri için orjinal sözleri de ekliyorum.  

parçayı bilmeyenler için ya da bilip de nostalji yapmak isteyenler için de linkimizi verelim.

(hizmette sınır yok)


(parçanın iki versiyonu daha var, mevzuyu çorba etmemek için değinmiyorum, ama onun da günü gelecek)

green grass

lay your head where
my heart used to be
hold the earth above me
lay down in the green grass
remember when you loved me

come closer don't be shy
stand beneath a rainy sky
the moon is over the rise
think of me as the train goes by
clear the thistles and brambles
whistle didn't he ramble
now there's a bubble of me
and it's floating in thee
stand in the shade of me
things are now made of me
the weather vane will say
it smells like rain today
god took the stars and he
tossed 'em can't tell
the birds from the blossoms
you'll never be free of me
he'll make a tree from me
don't say goodbye to me
dscribe the sky to me
and if the sky falls mark
my words - we'll catch mucking birds

lay your head where
my heart used to be
hold the earth above me
lay down in the green grass
remember when you loved me


yeşil çayırlar

tutun üstümdeki toprağa,
başını, bir zamanlar kalbimin attığı tarafa yasla.
uzan yeşil çayırlara,
ve beni hâlâ sevdiğin günleri hatırla.

yaklaş güzelim, utangaç olma,
     gel daha da.
yağmur çiseliyor 
ve ay yükseliyor ufukta.
kaldır başını gökyüzüne ıslansın yüzün, gözlerin, dudakların ve ellerin
yağmurlu gökyüzünün altında.
tren düdüklerini duyuyor musun?
trenler geçip giderken 
     o güzel günlerimizi hatırla.

temizle üzerimdeki otları.
kalsın,
yalnızca yıllar önce ektiğin bahar dalları .

sırılsıklam oldun,
ve işte ben de şimdi bir yağmur damlasında,
süzülüyorum ıslak saçlarına.

her şey ne kadar da berrak 
bu ay ve yıldızlar başımı döndürüyor.
toprak ne zamandır yağmur kokuyor?

yıldızları toplayıp havaya atan tanrı değil mi?
kuşları da baharla birlikte gönderdi.
ve sen de dünyaya benimle birlikte gelmedin mi?

geçelim tüm bunları sevgilim;
bırak elvedayı!
bana gökyüzünü anlat!
söyledi, tanrı beni ağaç yapacak.

git şimdi!
yağmur dindiğinde;
ben ağaç olduğumda;
o zaman gel.
gel ve dallarımdaki haylaz kuşları kovala.

tutun üstümdeki toprağa,
başını, bir zamanlar kalbimin attığı tarafa yasla.
uzan yeşil çayırlara,
ve beni hâlâ sevdiğin günleri hatırla

14 Eylül 2013 Cumartesi

giriş gelişme ve sonucu olan fakat anafikir çıkarmaya kastığımdan boka saran bi yazı

"valla ben bi erkekte en çok dişlere bakarım." bunu duydum tabi ki devamına kulak kesildim ve devamı geldi de; " temiz diş demek temiz ev demek, temiz ev de temiz kalp demek kızım!"

ibretle başımı aşağı yukarı salladım ön koltukta. diş-ev bağlantısını az çok kurduysam da diş-ev-kalp bağlantısında zorluk çekmiştim, bi de hem niye vurgu temizliğeydi? diğer abla durur mu o da standartta temel ilkesini açıkladı; "ben saatine ve ayakkabısına bakıyorum"

sonra sustular. sustular bi de ya, insan sormaz mı karşılıklı "niye?"diye. demek birbirlerini tanıyolar, yahud tanımasalar da onlar böyle anlaşıyolar. susunluklar sürüyor. "annem kızcak yine, nerdeydin dicek" "benleydin ya niye kızsın" "o da doğru"

noldu standartları konuşuyodunuz, susmasanıza! ablaların yüzlerini de çok merak ettim, bi bahaneyle döner gibi yaptım, camdan, geçtiğimiz durağa bakar ayağı çekerek önce hijyen ablasına baktım, ulan abla değil bunnar, taş çatlasa 25. vay be, ne yaşadı da, hangi yaşam tecrübesiyle diş-ev-kalp temizliğindeki orantıya vakıf oldu! bir ibret ifadesi daha benim yüzüm de.

tanıdığım dişi temiz insanların evlerini ve kalplerini düşündüm. sonra kalplerin temizliğini insan nası düşünür diye düşündüm. kıstas neydi. bir kalp neye göre kime göre temizdi?

deney 26 A
Kalp temizliği ölçümü
malzemeler: bir zamanlar meşhur olan masum bir genç kız ve yaşlı cadıyı barındıran resim* 
deneyin yapılışı: denek kişisine bu resim verilir, bakması istenir
deneyin sonucu: denek genç kızı gördüyse iyi, cadıyı gördüyse kötü kalplidir.
deneyde kullandığımız kuram: algıda seçicilik,seçicilikte kalp temizliği

muhabbetin öncesinde ne konuşuyorlardı acaba, hafızamı yokladım ama pek bişiy çıkmadı, aynı anda iki şeyi yapamamanın cezası, gelen mesajı sonra okuyaydım iyiydi... nereye gidiyolar acaba, göremeden incem balata ne kaldı ki diye düşünürken ablalar ayaklandı bile, fener de inilir mi, benden bi durak önce be! el insaf! ben de mi insem? insem de ikisinin arasına girseydim, ben de standartlarımı açıklasam. elbet benim de vardır. düşünsem çıkar. düşünmesem de çıkar. 

"ben sohbetine bakarım, hem sadece erkeğin değil. insanda sohbet mühim. kadında erkekte yaşlıda gençte!"

diş hijyencisi abla diğerine söze vurumunun "hıh, bak da gör, neler var" olduğunu tahmin ettiğim, başıyla beni işaret etmeli bi bakış yaptı. belli bu ikilinin ağası oydu. öbürü de doğru manaında onayladı başıyla. standartları net üç insan yürüyorduk kolkola, standart belirlemek mühimmiş, baya rahatlatıyormuş insanı, "yemekte ne var" dedim. "şengül teyze fasulye ıslamıştı geceden" "cacıkları da ben yaparım dedim", saat-ayakkabı-kemer folk üçlüsü "kola alıversek" dedi "..cacık yerine", "olmamı, onu da alırız dedim, kola da mühim". "sahi saatle ayakkabıya önem veriyon da kemerin nesi eksik" "aa kemer demedim mi" tabi kemer de var. bazen kemer, ayakkabı ve saatin kayışı aynı renk oluyor" "hee abla dedim sen de baya algıda dericisin" 

durağa geldik, onlar indi, ben inmedim. ya inseydim.. dalar mıydık o sohbete. benim meselem sohbetti,  ne de güzel sohbet edilir ki onunla diyebilmekti.

eve yürürken annem ve babamın herhangi bir muhabbetlerini düşündüm. hatırıma gelenler diyalog bile değil yalnızca sorulardı, yemekte ne var, bu yemeğin niye tuzu yok, salatanın niye yağı yok. annemin standartları olsa böyle olmazdı. standardımı belirlediğim için  kendimi tebrik ettim. kuru fasülye yemeye köşedeki esnaf lokantasına girdim. 


*deneyde bahsi geçen resim







8 Eylül 2013 Pazar

fakir halk çocuklarının hikayesi


 "ne demiş cames bond? "paran varsa dünya sana aşık züğürtlere yakışır tahta kaşık" yes allright!"

sadri alışık gibi aktör gelmedi gelmez bir daha! bu kadar samimi bir insan da gelmeyebilir, böyle boncuk gözler de! allah sonumuzu hayretsin!



21 Ağustos 2013 Çarşamba

o kendini biliyor'a masalcık


kocaman şehirde minik bi kız yaşarmış. bu kızın bir sürü kitabı, kitaplarından çok dostu arkadaşı varmış. dertlenince okur, neşelenince dostlarına koşarmış. gel zaman git zaman öyle çok okumuş, öyle çok sohbetler etmiş ki, içi dolmuş da taşayazmış. yaz demişler minik kıza, yazarsan açılırsın. 

yazamam, edemem, bilemem ben diyesiymiş kendisi, ama gün gelmiş yazmış. öyle de bir yazmış ki  tepesi dumanlı bu şehirde ormanlar yeşermiş, ormanlarda ağaçlar filizlenmiş , ağaçlarda kuşlar şakımış, kuşların şakıyışına tavşanlar uykularından uyanmış... uykudan uyanmış, gözleri çapaklı mahmur tavşanlar demişler "hayrola?"


herşeyleri herkeslerden önce öğrenen meraklı geyik diyesiymiş;

adı tekerleme, masalı güzelleme bir prenses geldi ormanımıza, ona hoşgeldine gidilecek, kuşlar besteledikleri şarkıya prova yapıyorlar.

gözleri çapacıklı tavşanlar kulak kulağa vermişler bir zaman fısıldaşmış hallenmişler, tekmili birden hoşgeldine gitmeye karar vermişler. kuşlara bize de görev verin demişler.


kuşların maestrosu diyesiymiş, şarkının bazı yerlerinde es veriyoruz, siz de o arada zıplarsınız, şarkının ahengi artar.


minik tavşan es de ne ola ki diyesiymiş de susturmuşlar, iyi de olmuş zira maestronun böyle cahillere hiç tahammülü yokmuş.


provalar edilmiş, hazırlıklar tamama erdirilmiş. hürmeten aslana davetçibaşı ceylan gönderilmiş, aslan adı gibi gözleri de davetkâr ceylana, elbet ben de gelirim demiş.


toplanmışlar orman ahalisi varmışlar güzeller güzeli prenseslerinin yanına. prensesesin güzelliği tüm ahaliyi büyülemiş, maestronun bir kaç kez başlama hareketini yapması gerekmiş. ve sonunda başlamış hoşgeldin şarkısı;


cik cik cik cik zıp zıp  cik cik zıp zıp cik cik zıp zıp ve de cik ve de zıp


14 Ağustos 2013 Çarşamba

Ad Koymak Üzerine: Ad Koymanın İnsan ve Toplum Bağlamında Analizinin İzleğinde Poetik bi İnceleme*

saatleri ayarlama enstitüsü okuyorum yaklaşık bi buçuk aydır, sakin ve derinden. tutunamayanları 4ayda okumuştum, unutmuyon mu diyolardı bir hafta ara verdiğinde yoo hiç de unutmuyom çünkü çakal bi numaram var, ben çoğunluk gibi kitapları  bölüm sonlarında, yeni paragraflarda, yeni başlıklarda bırakmam. aniden mevzunun orta yerinde çattadanak bırakıveririm. ki bir daha okumaya başladığımda kolaylık olur, mevzunun ortasından okumaya başlayınca ister istemez hatırlıyor insan.

şu an 20ye yakın kitap var, ortalarında bi yerde kaldığım, kasmıyorum, benim de okuma biçimim böyle abiler. yazınca utandım ama, biri çıkıp ben de böyleyim dese rahatlıcam, grup terapilerine katılmalıyım ben ya, dert kardeşi olmaya bayılıyorum. kendimde benzerlik bulamazsam "anısı kaynımda var"a bağlıyorum ama bir yerden mutlaka derttaş oluyorum.

neyse mesele ayrı, saatleri ayarlama enstitüsünde, doktor ramiz evlerindeki kocaman saat olan "mübarek"ten "saat" diye bahsedince hayri irdal'a bir atar yapıyor arkadaş. bi adı yok mu onun arkadaşım diyor: mübarek diyeceksin. adı olan her şey adıyla anılmalıdır. okuyunca bi kapı aralandı beynimde, isim koyma geleneğine kaydım sonra. hani doğana adını sonradan vermek diye bir şey var ya çok eski atalarımızda (dedem korkutun yalancısıyım). çok mantıklı gelmiştir o fikir hep bana. isim önemli, bize verilen isimler kaderimizin, bahtımızın da parçası oluyor. bizi az bişi tanısalar da sonradan koysalar analar babalar adlarımızı keşki diyordum falan.

yoksa bizi tanımadan koyulan adlarımızın esiri oluyoruz. anacığım kardeşim yaramaz diye hocaya götürdüydü, hoca okudu üfledi falan, adı ne dedi, burak deyince, "burak bilmez yerinde durdurak" dediydi..

evet sayın okuyucularım, canlarım, katmanlı mevzuya giriş yaptım, buraya kadar okuduklarımızı tekrarlayalım, 1 adı olan herşey adıyla anılmalı 2 her şeyin bir adı olmalı (bak bunu açmayı unuttum, neyse) 3 adlar sonradan tanıdıktan sonra verilmeli 4 adların bahtlara yansıyacağı unutulmamalı.

anaaaam tezim için iki kelime yazmış değilim, ama kedime ad koydum diyeceğim yerde bunun sebep sonuçlarına altyapısına değindim falan. akademinin yüz karasıyım.

evet kedime ad koydum: leyla. gerçi leyladan ziyade leyloş, leylopontos, leyliştoroş falan diyorum ama neyse. adını leyla koydum çünkü kendisinde haller leyla. evin içinde amaçsızca dolaşıyor, gerçi hep önemli bir işi varmışçasına seri adımlar, ciddi bakışlar falan ama tırt yani. bu işyerini kontol eden patron halleri kendisini yoruyor ve günün kalan kısmını yatarak geçiriyor. bu zamanlarda kara kara düşünüyor ya da hiç birşey umrumda değil, yakmışım bu dünyanın anasını tadında yayılıyor.

bunun bu hallerinden birinde bi aydınlanma yaşadım, basbaya leyla bu dedim!

bakınız;






*Tez yazamıyorum ama çok pis alengirli tez başlığı koyarım.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

benim için necatigil yıllarca sevgilerde'den ibaretti dedim ya yalan, sevgilerde'yi duyup da şiir defterime geçirişim ve ezberleyişim lise yıllarıydı, onun öncesi de var: 'gizli sevda' yılları

ortaokul türkçe kitabında necatigil'in gizli sevda'sı vardı. allahım nasıl kafalar, necatigil'i çocuklara tanıtmak istiyorsun evet hoş da, bunu yapmak için seçtiğin şiir de ne allah aşkına! ulan 13 yaşındayız be! hadi seçici kurulun kafası güzeldi, bu şiire geçince, ödev olarak, şiirin hikayesini yazın diyen öğretmenimize ne demeli! herkesin mi kafası güzelmiş arkadaş!

hep bundan işte, arabeski bünyeye bu kadar kolay alışımız hep bundan.

Gizli Sevda

Hani bir sevgilin vardı
Yedi-sekiz sene önce
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce

Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan-burdan
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan

Seni sordu
Hiç değişmedi dedim
Bildiğin gibi
Anlıyordu

Mesutmuş, kocasını seviyormuş
Kendilerininmiş evleri
Bir suçlu gibi ezik
Sana selam söyledi

Üzgünüm Leylâ

Sevda Peşinde I

Ben artık bulunduğun şehirden gittim,
İnsan kuş misali.
Sen hâlâ
O kalabalık evde olmalısın,
Gelip gidenin çok mu bari?
Üzgünüm Leylâ,
Dünya hali!

Behçet Necatigil

şiir değil ya, bildiğin uzun metraj filim! yanarım yanarım ben yıllarca necatigil'i sevgilerde'yle bildim ona yanarım. 

o değil de benim için "bir çift güvercin uçsa, yanık yanık koksa karanfil"dan müteşekkil bir melih cevdet var, onu ne yapsak.



10 Ağustos 2013 Cumartesi

elçiye zeval olmaz

bloğu açtığımdan beri sandıklarda kalan yazılmış, çizilmişler de artık paylaşırız ümidiyle gün yüzüne çıktılar. kimilerini ele alıp tekrardan yazdım, üzerlerinde çalıştım hatta bloğa da koydum ama koymam ve kaldırmam bir oldu.

geçmiş nasıl da boğuyor beni.

hatta bu bloğu başka bir ad ve başka bir adresle 2011'de açmış ve hiç yazı girmemiştim, geçen blog yazmaya karar verince hatırladım ama adı ve adresi beni o kadar boğdu ki, ad da adres de o zamanlar çok sevdiğim bir şairden bir dizeydi. ilk iş değiştirmek oldu.  ve şimdiye dek benim için kartpostal yazısından öte gidememiş "dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım" mısraı bir realite oldu. öyle ki bir de yüksek sesle söyledim ki  mısra bir anda canlandı böyle, kalktı karşıma oturdu. kafanızda sarıklı bıyıklı bi mevlana canlandı biliyorum ama yok, mevlana'nın dizeleri mevlana'dan bayağı bağımsız imişler, ben de pek şaşırdım, şöyle ki;

30-35 yaşlarında sarışın bi abla, belirir belirmez, "kız gözüme üfle" dedi, "toz kaçtı, çabuk". şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak üflemeye başladım. "ay o ne nazik nazik, düzgün üflesene" dedi mahalle teyzesi siniriyle.  düzgünce üfledim ben de. "neyse çekil" dedi, ve gözünün içine kaçtığını düşündüğü kirpiği bulurum umuduyla bu kez de iyice kontrol ettirdi. bu sırada daha iyi olmuştu gözleri, beni süzmeye başlamıştı bile.

"sağol kız" dedi, "kusura bakmadın dimi, çok yanıyordum ne yapayım." "yok canım ne kusuru" dedim, kusur saymasam da bi tuhaf karşılamıştım, ama misafir diye belli etmedim.

"ne iyi oldu da andın beni, son zamanlarda valla ben diyeyim, 4 sen de 5 yıldır hep internetten anıyorlar beni, ama böyle sana geldiğim gibi gidemiyorum, zor oluyor ben de üşeniyorum biliyon mu." "haa biliyorum" dedim, "geçen ali desidero'nun sözlerini andıydım, o geldiydi, onun da aynı derdi varmış, herkes internetten paylaşıyormuş, o da gitmiyormuş, evde çok canı sıkılıyormuş." "sahi sen nerde oturuyosun, belki yakındır evleriniz, birlikte takılırsınız" diye ekledim hevesle "canımmm, senin de düşündüğüne bak, ha haaay, güleyim bari, ayol mevlana'nın o kadar sözü var, olmadı bizim mahallede yunus'un, aşık veysel'in, köroğlunu'nun onca dörtlüğü var, yan mahalle zaten fuzuli mısraları mahallesi, ali desideroya mı kaldım"

"aa dedim, öyle deme, sohbeti çok iyiydi valla, tezimle ilgli akıl bile verdi." "valla ablası onlar yeni nesil pek bilmezler hayatı, yardımcı olmuştur da ne demiştir yani. bak bana, kültür desen ben de, tarih desen bende, coğrafya desen ben de.. anladığım kadarıylan okuyon, senin bölüm neydi ablası"

"valla, türk edebiyatı" dedim dememle "tü yazık sana demesin mi" "onca edebiyatçısın, dün dünde kaldı demek içi bu yaşını mı bekledin?" "yoo aslında bundan beş altı yıl evvel bikaç kez daha andıydım" "valla o aralar moda olduydum ben, yoğunumdur büyük ihtimal" başımı salladım, "ilk anışım değil yani" saçlarını arkaya attı, derin iç çekti, ablacan bi tavırla "belki de yoğunluktan değil, hakkını verememişsindir, ben de beğenmemiş, gelmemişimdir, geçmiş zaman tabi, bilinmez." utandım, başımı eğdim, "abla sana bi çay koyayım dedim" kahveci değil çaycı olduğunu anlamıştım, ama yanaşmadı. "yok kalmıycam o kadar, işim var. çok içten söyledin diye geldim, bi de ne zamandır bu ilk misafirliğim, az da olsa bi gidip göreyim dedim" "sağolasın abla" "hadi gülüm ben kalkıyorum, haa gitmeden, ne diycektim. dur dur."

durdum, hatırlayana kadar da ses etmedim. "bu aralar bizim orda mahalle düzenlemeleri yapılıyo, kim kaç kere anıldı, kaçına gitti, bunlar hep elle yazılırdı, bilgisayara geçiliyo şimdi, ben de yardım ediyorum arkadaşlara, o yüzden kafa kazan gibi, ne dicektim, hah, kız sevdim seni bişi isticem, sen kırmazsın ablanı" buyur abla bile diyemedim, ağzıma tıktı "bizim mahelleye bi velet taşındı, neymiş efendim, cemal süreya'nın 'yunus ki sütdişleridir türkçenin' mısrasıyış. aman da aman, kendisinden çok çekiyoruz. valla bizden çok anılıyor, bi de dünkü çocuk, her yere gidiyor, bizim 10 katımız maaş alıyor, etrafına söyle, bak okumuş etmiş kızsın, arkadaşlarına da söyle, anmayın onu, bizi anın, koskoca mevlana'nın, yunusun dizeleriyiz anacım, üç kuruş maaş yetmiyor masraflarımıza.maaştan önemlisi itibar biliyon mu!"

bu ricayla ağzım durdu tavana vurdu ama belli etmedim "tamam ablam dedim, merak etme, hallederiz" "sarılıp öper diye bekliyodum yanaşı yanaşıverdim ama geldiği gibi gidişi de hızlı oldu.

bu abesle iştigal ricayı da benim size aktarmam bana farzı kifaye oldu. anladınız siz onu.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

kıçı başı oynayan bütünsellik içermeyen, nedensellik içerebilen bağımsız fikri parçalar

bir kez daha emin oldum ki az evvel, yol kelimesini telaffuz etmeden içimden geçirmek dahi kafamda bir yerlerde ağrı yapıyor. (genelde ağrı ensemde hasıl oluyorken bu kez sol gözümün üstüne oturdu)

şaka maka bir tramvalar zincirimi tespit etmiş bulunuyorum: yolculuk yapmak! şehir içi, şehir dışı, otobüs, metrobüs, vapur.. 

son bir kaç yıldır o kadar çok yalnız seyahat ettim ve bu yolculuklarda o kadar çaresiz, mutsuz, parasız, huzursuz, evsiz, umutsuz idim ki ve bu cümleyi bağlayamadan ağrı kendini yokladı.

hay ben öğrenciliği, hay ben beni üç kuruş paraya nice sıkıntıya çalıştıran tüm boktan iş yerlerini, hay ben şehirlerarası aşk bana koymaz diyen kafamı öpeyim!*

bana verilen en tırt olduğum nasihat  "zaman en güzel ilaç" idi. tırt oluyorum arkadaş çünkü bu bir hakikat ve sen bu büyük hakikatı nasihatsevmez bünyeye verirsen bu bünyenin söze olan inancını da kırarsın. 

misal ben ne yapıyorum, acı çeken dostlarıma diyorum ki, ben sana desem desem zamanla geçer derim, ama sen bana inanmazsın çünkü ben bana söyleyen kimseye inanmadım.. o yüzden s.ktir et geçer mi geçmez mi.. ağla lan ağla! ağlamazsan adam değilsin. 

ne mal akıl veriyorum, ama harbici akıl veriyorum. bi sigara uzatıyorum, bak mesela kimse bana sigaranın iyi geldiğini, insanın arada sigara yakma kendine çay kahve yapma triplerinin zamanla bi alışkanlığa döndüğünü ve bu alışkanlığın insana keyif verdiğini söylemedi. (sigara efkarı keyfe dönüştüren mucizevi bi icattır efenim)

bu söylenmez mi adama lan.. efkarlanınca bi tane yakmak bile iyi geliyor demedi  kimse!

ağlayana ne yapıyor muşuz, ağla diyor muşuz ve bi sigara uzatıyormuşuz. anlaşıldı mı.



*muhayyilenizi geniş tutun diye söylüyorum o cümleye bir çok yüklem gider ben en romantiğini seçtim






29 Temmuz 2013 Pazartesi

adam haklı beyler

50'sinden sonra blog ve twitter açan ahmet abim ne diyor bloğunun girişinde bakınız;

"İnterneti yenemezsin, yenilmeyi bilmek lazım, ancak o zaman kendini yıpratmadan sorunsuzca taşıyabilirsin. Koşa koşa git, ttnet faturanı öde, çünkü yenebileceğin bir şey var,entelnettüellerin dünyasının geriye dönüşsüz bir hızla ilerlemesi karşısında duyduğun çaresizlik. Bunu yenmelisin. "

Ahmet Güntan. 

direnmek boşuna, akışına bırakmak lazım! hatta akıntıya karışmak lazım! 

28 Temmuz 2013 Pazar

ollalla dardanella!

Bu yaz geç gelen yahut hiç gitmeyen ergenliği eyliyorum. Ne yapacam akıtacam elemimi kederimi pinpon topundan çiçeğe..