27 Kasım 2015 Cuma

nayır nözlemiyorum!

bir ev vardı hani, ta apartman kapısından girince, biraz boya, biraz kibrit, çokça da apartman apartman kokardı. bir yatak vardı hani başını koyunca öylesine uyurdun umarsız. öylesine bırakıverirdin o çocuk bedenini, çiş bile yapmıştın kaç kez uykunda hatırlasana.

bir ev ve bir yatak... sen özlemedin sanıyorsun, sorsalar aa o da nerden çıktı ayol dersin. ama bak işte, nasıl da kokusu burnunun te direğini sızlatıyor ve o yatağın hayali içini kıpırdatıyor.

bir ev ve bir yatak. 'bir ev'de ulama var, 'bir yatak'ta yok.
ulama olsun ya da olmasın bunun hiç bir önemi yok. ve bunların konumuzla da ilgisi yok.
"bir ev ve bir yatak istiyorum çişe kalkmak istemeyip altıma kaçıracağım." cümlesi  şiirsel bir devrik cümledir ve gizli öznesi ben'dir. bunun da konumuzla ilgisi olmamakla birlikte böylesi devrik şiirsel cümlelerin yazıya hareket kattığı da bir gerçek.

lafı değiştiriyorsun. çünkü özlemek'ten konuşmaktan sıkılıyorsun, belki de utanıyorsun. ama bak işte özlüyorsun. oysa özlememeli o günleri.
-meli -malı ekleri gereklilik kipi ekleridir. -mek -me -iş ise mastar ekleri. özlemek kelimesi gereklilik kipinde çekimlenebilir mi ki?  hadi söyle bakalım özlemek engellenebilir mi sayın öğretmenim!

ben bir türk dili ve edebiyatı öğretmeniyim. hiç kendini böyle tanıtmadın kimseye. oysa sırf birileri nesin diye sorduğunda cevap verebilmek için öğretmen oldun. yazık.

sen mesleğini icra etmeyen bir öğretmensin. öğretmenliği de özlüyorsun. senin vaktinin yarısı özlemek yarısı özlediğini inkar etmekle geçiyor. git bi silkelen iyisi mi. ya da git bir çay koy, sonra da sigara yak. yapabilirsen. demeye lüzum var mı bilmem ama -ebilmek yardımcı fiildir. artık duruma göre olumlu yahut olumsuz sonuçlanabilir.

Bu fırtına durulur mu benden yazar olur mu?


29 Ekim 2015 Perşembe

bir gün bir gün bir balık...


"Can sıkıntısı neler yaptırır?" köşemizde dün kitapları çok satan bir yazarı konuk etmiştik bugünse 
 "oscar adaylığına kesin gözüyle bakılan  yönetmen"i ağırlıyoruz.

15 saniyelik bu kısa filmimin adı "bir gün bir gün bir balık..." .
Ve ne ironidir ki can sıkıntısından çektiğim bu film, canı sıkılan bir balıkcağız hakkında. 
Öylesine bir kısır döngü içreyiz anlayacağınız. 

Kendisini serin sulardan bir kitaplara bir bardaklara atan kara balığımız sonunda bir bardak espresso oluyor efenim.

Şimdi arkanıza yaslanın ve 15 saniyelik fekat yapım aşaması 2 saati alan filmin keyfini çıkarın.






Yalnız film vizyona girse kim  balığın atladığı kitabın "küçük kara balık" olması hasebiyle ufaktan hikayede görünür kıldığım arayış hikayesini anlar! Tey tey ya, tey tey...
 Şu 15 saniyede ne arayışlar, ne kendini buldum sanmalar, ne terk edişler gizli ya rab! 
Ha sonrasındaysa Starbucks'ta satılan kahvelerin fil boku değil bildiğin balık boku olduğuna dem vuruyorum. 
Hem içli bir çocuğum hem de öylesine çevreci bir aktivistim.



28 Ekim 2015 Çarşamba

Kimse Okumazsa Cansu Okur*

not: işbu yazı  bundan aylar evvel yazılmış olup aşırı duygusal olduğu gerekçesiyle bugüne dek sandıkta saklanmıştır. 

Alternatif başlıklar*

"Bir fotoğrafta çıkmayanlar"
"Sizin hiç Cansu'nuz oldu mu? Benim oldu."


"Ulan ne gece yaşadık geriye bir fotoğraf kalmadı tüh!" diye düşündüm apartmanın kapısından çıkarken. "Oha ben Cansu'nun apartman kapısından çıkarken ilk defa farklı bir şey düşünüyorum" diye düşündüm sonra.  Genelde apartmandan, her katta sönen insafsız ışıklarla girdiğim mücadele hasebiyle canhıraş bir vaziyette çıkarım çünkü.  Cansuların apartımanda, apartman ışıkları bazı moderen  apartmanlarda olduğu gibi fotoselli değil bizzat düğmeden basmalıdır ve Cansu her türlü dramatik sahneye atarlı olduğundan sizi uğurlaması 5 sn sürer. Siz kapıda ayakkaplarnızı ayağınıza dahi oturtmamışken güle güle deyişiyle kapıyı üstünüze örtmesi bir olur. Giriş kat muamelesi yaptığı evi 3. kattadır ve o kapıyı kapadıktan sonra sizin için gerilimli dakikalar baş gösterir, ki bu onun ruhunda bile değildir!

Evet Cansular böyledir, sizi ayağınıza oturtamadığınız ayakkabınızla kapının önünde öylece koyuverir, siz el yordamıyla otomatiği ararken, o kapıyı çoktan kapatmış hayatına devam etmektedir.

Az sabrettim aa sonunda baktım bir değil beş değil, ben de biraz daha samimi olduktan sonra bir gün isyan ettim, "bu ne lan Allahsız insan ışığı yakana dek bekler bari" diye, o da sağ olsun en azından düğmeyi bulana dek bekledi sonraki gidişlerimde.

Ve böyle yıllar geldi geçti... İşte bugün günün anlam ve önemine binaen Cansu değil ışığı bulana yahut bir alt kata inene dek; ben teeee dış kapıdan çıkana dek beni kapıda bekledi. Bunun bir ilk olduğunun farkına vararak ve "bak nasıl da bekliyorum seni diyerek". Beni böyle geçirdi, çünkü bu, beni o evden son geçirmesiydi!


Kolilerin etrafa saçılmasına, oturacak hiç bir yer olmamasına rağmen bana, "atla gel evdeyiz" dediği ve gözleri dolu dolu beni dış kapıya kadar geçirdiği, bu nadide geceden bir fotoğraf bile yok diye düşünerek çıktım apartmandan.

Ve apartmanın köşesinde "Rıfat Efendi Sokağı" tabelasını görünce aha dedim, tüm geceyi nası da özetliyor bu tabela ve tabelanın fotoğrafını çektim. Gel görelim o yazı bile okunmuyor çektiğim fotoğrafta, ve işte görüyorsunuz, bu geceden bir fotoğrafımız olmadığı gibi, sokağımızın tabelasının bile doğru düzgün bir fotoğrafı bile yok. Bu meseleye tekrar döneriz ama bir de nasıl başladı bu hikaye ona bir bakalım.


Yıllar yıllar önce bir sinemanın bekleme salonunda tanıştık. Aynı filme girecektik, ortak arkadaşlarımız vardı, aynı salonlarda birlikte bulunmuşluğumuz vardı. Birbirimizi cismen tanısak da fiilen ilk tanışmamız film başlamasının 5 dk evvelinde biletleri paylaşırken oldu. "Sen Cansu musun yoksa?" dedim, "Evet." dedi kahküllerin arkasından: "Sen de Gamze'sin".

Oha dedim ne cool kız, kahküllerin arkasından bakıyor. Tam bir Ali Desidero şarkısı içreydik: "Kız çok güzel latif şirin, hem kitap kurdu hem de bir ahu".  Uuu dedim, "Centilmence mi yaklaşmalı familyasıyla mı tanışmalı?".

O gün belledim ben onu, ve yapılcaklar listeme şunu ekledim:

"Kahküllü kızla arkadaş ol!"

O da eklemiş olacak ki beni listesine, ikinci buluşmamızda "ay biz senle ne güzel anlaşırız" aşamasını atlayarak direk anlaşmaya başladık. 3. görüşmemizde onun ev aradığını öğrendim ve sanırım 5. yahut 6. da kahküllüye benim mahalleden ev bakmaya başladık.

O kadar emlakçı gezdik, o kadar ev gördük; karar verme aşaması geldiğindeyse ikimizin de ilk aklına gelen ev, benimkine en yakın olanıydı ve de Allahım ne genişti, nasıl da manzaralıydı! O evi, en iyisi diye tuttuk o gece. Ve acı gerçeği ertesi gün evi temizlemeye gittiğimizde kavradık. Ulan ev iyi miyi falan değildi! Belli ki biz evlerimizin yakın olması fikrini sevmiş ve bu hisle eve başka gözle bakmış, evin sorunlarını görmemiştik. Oysa evin sağı solu dökülüyor, eve boya badana gerekiyor, eve yatak sığsa dolap; dolap sığsa yatak sığamıyordu. Ama aldırmadık! Varsın uğraşmak gereksindi, varsın sığışmak gereksindi, aynı mahallenin aynı sokağında oturmayacak mıydık.

Tüm zorluklara rağmen, bir haftada o evden "öncesi ve sonrası fotoğraflandığında televizyondaki dekorasyon programlarına taş çıkartacak bir ev" çıkarmayı başardık. Ama evin eski ve yeni halini bilen bir ikimiz vardık, önceki hali fotoğraflamayı akıl bile edememiştik, herkes mecbur anlattığımıza inanacaktı. Ki inandılar da, hem de her gelen hediyesiyle geldi, Bu ev adam olmaz bakışlarımızdan bir hafta sonra, ev, nice evsizi yurtsuzu ağırlayan huzur dolu bir yuvaya dönüşecek; bir ay sonra, nice bağımsız filmlere mekan olabilecek hale gelecekti. Antika lambası, duvar boyu kitaplığı, modern perdeleri, mutfaktan gelen kahve kokusu ve ayaklarınızda dolaşan minik kedisiyle herkesin uğrak yeri olacaktı.

Evi tutmamızdaki en büyük etken yakınlık demiştim ya, hatta aslında direk tabelaydı.

"Oha!" demiştik emlakçıyla eve girerken, "Bu evi tutarsak aynı sokakta oturacağız!" Çünkü Cansu'nun evinin köşesinde yazının yazılma sebebi olan ama görselde net anlaşılmayan tabela asılıydı: "Rıfat Efendi Sokak" ve benim de sokağım aynıydı!

Hayat boyu türlü belirsizlikler yaşamış hele ki ailesiyle, hayatıyla ilgili bazı temel meselelere net cevap veremeyen, uzun suskunluklar ya da geçiştirmeli cümleler kuranlar için en güzel his net yanıtlardır. Bakınız deneyelim? "Aa ikiniz de Balatta mı oturuyorsunuz?" diyen birine pat yanıtımız şu olacaktı; "Evet, hem de aynı sokakta!

İşte bu kadar netti, aynı mahalle, aynı sokak! Bu kadar! Lamı cimi yok!  Ulan sonra Cansu'nun faturaları üstüne alma muhabbetinde aynı sokakta olmadığımızı anlayacak ve derin acılara gark olacaktık. Ama bu kez de imdada "yan sokak" tabiri yetişecekti. Sonra aramızda aslında iki sokak olduğunu idrak ettiğim günlerden birinde kendi kendime "Arka sokak işte caaanım" diyecek ve soran herkese Cansu "yan sokakta" yahut  "arka sokakta" oturuyor diyip, katiyen aramızdaki uzaklığı sayılara dökmeye kalkmayacaktım. Çünkü sayılar bizi üzebilirdi.

Değil midir ki aynı mahallelinin alışverişte girdiği savaşta ortak çarpışacaktık artık.   "İki kuruş için çok gezmeyeyim" diyerek, ucuzunu ve pahalısını, Mustafa Ceceli'nin "sevdiceğini koynuna günahlarını boynuna alması" gibi tüm ihtiyacını tek bir marketten alan insanlardan olmayacak; tam tersi hepi topu 5 maddelik alışveriş listesini bile ayrı 5 dükkandan yapacaktık artık. Bunu konuşmamıza gerek yoktu. O da benim gibi büyümüştü. Küçükken pazara gitmeye zorlananlar bilir; önce pazara girilip pazar bir baştan aşağı gezilir. Sonra tekrar başa dönüldüğünde ne nerde daha ucuzmuş, kimin malı daha iyiymiş bilinir, ikinci turda alım işlemleri başlanır. İkinci tur sonrası hala alınacak kaldıysa gözden kaçanlar için üçüncü tur dahi yapılırdı. Çünkü annenizin aman onu da manavdan alırım diyecek lüksü yoktur. Ya üçüncü tura çıkılacak, ya da o hafta o sebze evde pişmeyecektir. Ben az üçüncü tura tek başıma gönderilmedim.

Evet efendim, benzer bütçeli cüzdanları vardı annelerimizin ve biz ilkokul çağındaki tecrübelerimizle koskoca İstanbul'da kendi başına bu yaşa eren kızlardık! Cansu da benim gibi ilk haftasında öğrenmişti. Tuvalet kağıdını ve deterjanı Bim'den, kremdir şampuandır, abur cuburdur Şoktan, peynir zeytini köşedeki dükkandan, sadece meyveyi manavdan alıyorduk. Her seferinde üşenmiyor, bir kahvaltı alışverişinde mahalledeki tüm dükkanlara uğruyorduk. Ve kimi zaman yanlış tercihler ders de alıyorduk, Şok'tan tonbalığı, Bim'den alınan tatlılar zehirliyebiliyordu. Ve bunları da zaman içinde öğreniyor birbirimizi örgütlüyorduk.

Gün geliyor ardı arkası kesilmeksizin görüşüyor gün geliyor birbirimizi bir iki ay görmüyorduk ama ulan değil mi ki taksime 55T ile Eminönüne 99'larla Fatih'e 41Y ile gidiyorduk. 41Y'nin hep vaktinden 10 dakika önce geçtiğini de biliyor ve birimizden biri bu kez 15 dak önce geçtiği düşünülen 41Y'ye söverken durakta rastlaşıyor artık iki yakın arkadaştan öte komşu da olmanın verdiği rahatlıklar "Aa naber, nereye böyle?" "Ben de şuraya gidiyorum" muhabbeti yapıp birbirimizi yolculuyorduk.

Bugün konuştuk, niye daha çok görüşmedik acaba diye. Çünkü ikimiz de kendi ayakları üstünde durmak koşulu ile kendimizi yetiştirmiştik. Belki hep ararsak, günün birinde karşı taraf ihtiyacımız olduğunda telefonumuza çıkmaz endişesiyle her bokta birbirimizi aramıyorduk. Yalancı çoban olmaktan korktuğumuzdan o en önemli numarayı, o en huzurlu evi, o en dinlendirici sesi hep acil durumlara saklıyorduk.

Amaaan ya da neyse ne, dedim ya biz sayılara takılmıyorduk. Sayılar insanı üzebilirdi, biz geçmişin çetelesini tutmuyorduk. Biz geçmişin çetelesini tutanların çetelesini tutuyor birlikte küfrediyor, birlikte gülüyor, birlikte sövüyorduk. Bunu söylemek klişeyse klişe anasını satayım. Klişenin de dibine vurmaktan çekinmiyorduk ki. Belki ergenliğimizde çekingen kırılgandık ama o ilk tecrübelerden ilk acılardan, ilk terk edilmeler, etmelerden sonra şu yaşımızda risk alıyor, ağlamaysa ağlama, kahkahaysa kahkaha ikisinin de dibine vuruyorduk.


Cansu'nun taşındığı 27 Haziran'da yazdığım bu yazıyı çok duygusal oldu gerekçesiyle veto ederek göndermemiştim ona... Komşuluğun yakınlıkla ilgili olmadığını reddetmekle meşgul olduğumuz şu günlerde eskisi gibi sık görüşemesek de biliyoruz ki hala hangi saatte ararsak arayalım, atla gel diyecek biri hep var. Ha arka sokakta ha Haliç'in karşı kıyısında...

Bu da yazısı okunsun diye rengini açtıra açtıra bir hal olduğum
söz konusu tabela;







27 Ekim 2015 Salı

hikayenin bir yerinde okuyana "hadi canım" dedirten, ibretlik kısa hikaye

durakta taksim otobüsünü bekliyorum. eminönü'ler bir bir geliyor ama bir türlü taksim otobüsü gelmiyor. can sıkıntısı beni, elimdeki akbili devinim halinde kabına sokup çıkarmak ve bu sırada etrafımdakileri kesmeye teşvik ediyor. (hep can sıkıntısından yani, yoksa hep ben kendi işinde gücünde bi insanım, evet!)

duraktakilerin kimlik tespini aşağı yukarı yaptıktan sonra etrafa sarmışken durağa deri ceketli bi oğlan geliyor. elinde kitap var. ahan da yeni eğlence! kitabın sadece sırtından kitabı tahmin etmeye çalışıyorum. say yayınlarının düşünürler serisi zannımca; yarısı kırmızı sırt ve logodan çıkarıyorum. e çok kalın da değil, schopenhauer mi acaba. "gerçi o seride başka kim var biliyor musun seni cahil!" diye kendimi paylarken  çocuk cebinden kalem çıkarıyor ve durağa yazı yazmaya koyuluyor. oha diyorum şiir sokakta'ya çattık iyi mi! bakalım acep ne yumurtlayacak!

durak ahalisi olaraktan heyecanla yazdıklarını okumaya çalışıyoruz. yazısı da kargacık burgacık, okunmuyor. "tom was there" diye okuyorum önce ilk kelimeleri. anam diyorum yabancıymış da! demek ki kitabı yanlış tahmin ettim. yanlış tahminime üzülürken çocuk alt satıra geçiyor. allah allah schopenhauer mi yazdı o?! olaya verdiğim ehemmiyet artıyor. gözlerimi iyicene kısıp üst satırı tekrar okuyorum. o yazıyor ben okuyorum derken tamamladığında  pörtlemiş gözlerimle ibretlik bir ana tanıklık etmenin hazzını yaşıyorum. efenim gencimizin altına imzasını attığı dörtlük şöyle diyor: 

"tom waits dinlemeyen,
 schopenhauer okumayan,
 tekila shot yapmayan
 birine gönül vermeyin". 

sonra bu yazıların ışığında çocuğa daha dikkatli bakıyorum: kulağında kulaklık var. tahmin edelim acaba ne dinliyor? deri ceketi, siyah dar kotu ve siyah botları ve onlara eşlik eden siyah uzun sakalı... elindeki kitabın kapağı görülüyor artık ve malumunuz. schopenhauer'in beyaz elektrik çarpmış saçları, lordlar kamarasından resmedilmiş yüzü artık net görülüyor. çocuksa yazdığı yazıdan sonra durakta ne kadar ilgi çekti bunu anlamaya çalışıyor. allahım diyorum ne düz insanlar, fotoğrafını çekseydim keşke çocuk yazarken, elindeki kitabı zumlayaraktan. nasıl da cazibe nesnesi olarak görüyor kendini, elindeki kitap, kulağındaki müzik, giyimi kuşamı ile seçkinler sınıfından halka sesleniyor ve diyor ki : "sevin beni ey halkım!" ; öylesine kültürlü, sofistike, melankolik ve çılgın biriyim ki... sanki bir reklam çekiminin içindeyiz.

yazıyı bir daha okuyorum ve kendimi bu üç şeyden kaçını yaptım diye sorguluyorum, sevilesi bi insan mıyım acaba? derkeen içimdeki vahşi uyanıyor, "dediklerinin hiç birini yapmadım lan noolmuş?!" diye çocuğa atarlanasım geliyor, ötekiyim ben! sevilmeyenim var mı!

öteki olmanın öfkesini tahmin edip bunun üstüne bir de boncuğumu konduruyorum: "asıl ötekileştiren bu sınıflandıran bakış açısı efendim!" ben öteki olmak ve kendini bir bok sanmaklar üzerine kafa yorarken otobüs geliyor.

çocuk da ben de yöneliyoruz, önüne geçiyorum bir hışımla, peeeh diyorum taksime gidiyor! otobüste kitap okur şimdi bir de bu! hışmım "yetersiz bakiye" diye bas bas öten cihazla sönüyor! "bozuk param var mıydı? akbili olan var mı diye çığırsam mı? kimse basmazsa ne yaparım? insem mi otobüsten?" aklımdan deli sorular şimşek hızıyla geçerken arkamdaki 'kültür abidesi, sevilesi kişi': "ben basarım senin yerine" diyor.  düşüncelerimden dolayı biraz utanıyorum, sinsi düşüncelerim sanki bu ironik hadiseyle açığa çıkmış gibi teşekkür ediyorum, cüzdanıma elimi atacağım ki çocuk akbilini basarken  "ama para almam bilesin" diye ekliyor. te allam o nasıl da flörtöz sestir! "peki" diyorum, usulca arkaya yürüyorum. sen o kadar say söv, atar yap, kader ağlarını örsün ve çocuğun ağına düş! nasıl bi ironidir ya rab!

ahan da yanıma geliyor. ve efendim ne yapıyor dersiniz, ayakta durmamıza ve otobüs oradan oraya savrulmasına rağmen, schopenhauer okumaya başlıyor. konuşmaya çalışırsa diye düşünüyorum ama belli ki benden bekliyor. deri ceketinin, asi görünüşünün hakkını veriyor diye seviniyorum, cool cool yanımda kitabını okuyor. lafı ben açayım diye okurmuş gibi yapıyor belki de.

belki muhabbet açsam sus deyip kulaklığının birini bana verecek ve tom waits'in kart fekat içe dokunan sesinden çayır çimen gezerekten taksime gideceğiz. ama ben benden bekleneni yapmıyor tüm bu olan bitenin hiiiiç farkında değilmiş gibi davranıyor, camdan dışarı bakıyorum, telefonumu kurcalıyorum.

melankolik prens inene dek yanı başımda bir kaç sayfa okumayı da başarıyor. sabrına ve düz mantığına hayran kalıyorum o inerken! ona göre bir aşk hikayesi daha başlamadan bitiyor, bana göre akşam gevezelik edecek bir mevzu vuku buluyor.

bu da böyle bir anımdır diyerek bağlıyor, ana fikri siz değerli okuyanlara bırakıyor; "tom waits'in gezdiği dağlar meşeli civanım" diyerek yazımı noktalıyorum.

17 Haziran 2015 Çarşamba

Ben bugün "instagram insanı" oldum!

Açlılın tespitlerim var.  (bu ne uzun yazı lan diye edilecek küfürlere razıyım, anama sövmeyin yeter canlar, çüştür, ohadır bunlara varım! ama ne yapayım yazmasam da çatlarım! kolay okunsun diye bölüm yaptım daha nideyim!)

Giriş;
Ben bugün "instagram insanı" oldum!  başlıklı tespitimde instagram insanı olmak nedir ne değildir bunu anlatacağım. Efendim instagram hesabım var, ama bir akıllı telefonum yahut tabletim olmadığından fotoğraf paylaşamıyor anca başka hesapların eklediği fotoğraflara bakabiliyorum. İnsan bir ortama giriyorsa ama herkesin yaptığı şeyleri yapmadan sadece gözlemliyorsa her şeye bi kulp buluyor, çamur atıyor!  Ben de böyle her şeye bir kulp bulan bir gözle aylardır instagram semalarında gezinip duruyorum; ona bok atıyorum buna bok atıyorum. Kendi hesabım yok ya, sanki kendim fotoğraf paylaşsam evrenin sırrını verecekmişim, hiç bayağılığa düşmeyecekmişim gibi bir hava yaratıyor kendimi bir bok sayıyorum. (aynı cümlede 3 kez bok dedim! ne zaman diksiyon dersinden çıksam derste çok efendi konuşmaya çalıştığımdan ders sonrası ağzım bozuluyor)
Ki bu bok atma durumu her mecra için geçerli, hatta sadece gözlem yaptığımnda değil, kendisinin de bir şeyler paylaştığı mercralarda bile  bi kendi düzgün sanıyor, hele ki sosyal medyada! insanız anacım içinde yer almadığımız her şeye uzaktan bakıp ahkam kesmek insan olmaklığımızın nadide getirilerinden. evet uzuuun girizgahta meselemi anladınız ben instagram kullanmayan ama ünlüler bugün instagramda ne yaptı galerilerinde o ünlü senin bu instagram fenomeni benim gezerekten ona buna burun kıvıran bir burnu havada insandım. taaaa kkiiiii; bugüne kadar!

gelişme;
bugün ne mi oldu?  bugün  normal zamanlarda pek başıma gelmeyen (yalnızlıktan hiç hazzetmediğim için) istiklalde, zamanı, üç kuruş parası olan yalnız ve canı kahve çeken bir insan olarak kendimi buldum. her yere ya vaktinde gider ya geç kalırım ki yalnız başıma takılmak zorunda kalmayayım!
aman yarabbi dedim, bu karın ağrısıyla (çok kötü ağrıyordu) mecbur bi yere oturacam! illa o zaman bir şekilde öldürülecekti, iyi dedim bari kitap okuyayım bir yerde kahve içerken. ama yanımda kitap yoktu! ne zamandır instagramda herkeste çok satan kitapları görüyorum, millet alıyor ve okuyor anacım, ben çok satanlardan uzak duruyorum da n'oluyor allasen! mikrop var sanki! kolay okunan kitaptan kaçmak nedir! nasıl bir elitist edebiyat zevkidir! öyle şey mi olur ya! dedim madem kitap alacam, çok satan olsun!

gittim mephistoya dedim yapıyosan düzgün yap, bırak kendini hislerine, gittim çok satanlar rafına ve ilk defa kabına dokunduğum ilk 3 kitaptan birini aldım, çat gittim ödedim! sonra emin adımlarla gittim bir kahve zincirinin en yakın bir şubesine, ahanda kahvemi de söyledim. sonra gittim oturdum, masamda bir kahve ve bir çoksatan varken elim istemeden de olsa fotoğraf makineme gitti. (akıllı telefonum olmadığından ben hala fotoğraf makinesi taşıyorum) veee masamın fotoğrafını çektim.

asıl mesele;
işte o an!
allahım o fotoğraf karesinde gördüğüm şeyle yaşadığım şey bambaşkaydı! ben aslında mutsuzdum, evden erken çıkmış ama yanlış anlaşılma sebebiyle ortada kalmış ve iş saatine dek mecbur bir yerde oturmak zorunda olan bir insandım, için için kendime acıyor, karnımdaki sancıyla baş etmeye çalışıyordum. kitap almaya hevesliydim ama iki satır okuyabilecek miydim şüpheliydi.

ama fotoğraf bunları hiiiiiç sallamıyordu. diyordu ki gamze bir kafede kitabı ve kahvesiyle modern şehirli kadının rüyasını gerçekleştiriyor. yaşamım beni heveslendirmezken fotoğrafta gördüklerim benim iyi olduğumu söylüyordu! buna şaştım! fotoğraf çekmeye devam ettim! ayracım, suyum, yanımdaki defter, kalem; bunları da kullanarak çektiğim fotoğraflar beni o denli mutlu etti ki; karnımdaki sancı okumama müsaade etmeyecekti belki ama artık bunun bir önemi yoktu.

orada 10 dakika oturdum kitap da okumadım, deftere ise ufacık ve saçma bir şey yazdım ama mis gibi kahveli kitaplı defterli fotoğraflarım oldu! fotoğraflar gerçeği değil hayali söylüyordu! ben okuyan, yazan, kahvesini içen, gerektiğinde satırları çizen daha da gerekirse beğendiği satırları defterine yazan biriydim.

bu his bana iyi geldi ve içim aniden kendi hakkımda oluşan bu hissi başkaları da hissetsin isteğiyle doldu! hatta dedim keşke yanımda gözlüğüm de olaydı!  gözlüğü de masanın üstüne koyaydım daha çok çekeydim ve instagrama ataydım arkadaşlarımda benim hakkımda benim gibi düşüneydi!

bu şekilde fotoğraflar paylaştığım müddetçe okumasam da okumuş kadar olacağımı anladım. aylardır kitap okuyamıyor her başladığım kitabı bunalıp bırakıyordum ama dedim instagram olsa böyle mi olurdu! ohhh daha okumaya başlamadığım bir kitabı bile çekince nasıl bir imaj kazandım, ya arasına ayraç koyduğum bir kitabı fotoğraflasaydım! ulan deniz kenarına gider ayaklarımın fotoğrafını da çeker koyarım, tatile gidemiyorum ama kim nereden bilecek haliç'te evimin dibinde o fotoğrafı çektiğimi!

evet o anki hissim eleştirel bir his değildi! şu an bunları yazarken içimdeki huysuz gene hortladı, yazdıklarım eleştiriye kayıyor olabilir ama o anki hissim sadece okuyan, gezen, gören, yemek pişiren gamze imajına ihtiyacım olduğuydu. mutsuz hayatım instagram sayesinde mutlanabilrdi! hem kendim hem de başkaları, misal ben saçımı kaşır, burnumu karıştırmaya meylediyorken kamerayı ayaklarıma yönelttiğimden beni çok huzurlu, mutlu, yaşamdan zevk alan biri sanabilirdi!

ve mesele başkalarından ziyade kendim hakkında kendimin öyle düşünmeyi istemesiydi! başkalarına anlatmaktan ziyade kendim için instagram fotoğrafları çekmek istiyordum, arada kendi fotoğraflarımı gezmek ve vay be, ben de neler yapıyorum diyebilmek için! ve böyle olduğunda kendimi kandırabilirdim! her günden bir iki kare çeksem, kendi hayatımın magazincisi olup en güzel fotoğraflarımı kendi ellerimle izleyenlerime sürsem onlardan önce kendim inanırdım iyi olduğuma!

hatta arada gerçekten iyi zamanlarım da olduğuna göre, sıkıntı nedir, kötülük nedir belki unuturdum bile!

bu gazla gidip teknomarketten akıllı telefon bakmaya girdim. kiramı ödemediğimin aklıma gelmesiyle cebimdeki paranın gidiciliğini hesap ederek girdiğim yerden eli boş çıksam da dersimi almıştım!  hayatımda bir çok alanda sıkıntı çekiyordum (elbette herkes gibi) ama aşma yöntemlerim demode olduğundan (burun karıştırma, kafa kaşıma, uflama, puflama, tırnak kökü yeme, uyuma, daha çok uyuma, dedikodu yapma, ona buna bok atma vs...) bir şeyler eksik kalıyordu, hayatımdaki eksiklerden biri instagramdı ve yeri hemen dolmalıydı! o zaman da sıkıntım olacaktı belki ama evrene gönderdiğim mesaj bir fotoğraf olacak ve dileğimi kapsayacaktı.  (bu cümle neredeyse anafikirle eş)

ne demek açalım hemen;
instagram bence modern duadır! ben bugün bunu anladım! fotoğrafın, imgenin hep gerçeğinden daha çarpıcı olduğu gerçeğini kullanarak olmak istediğimiz kişi yaratma çabasıdır!

misal ben bugün isterdim ki yalnızlığından zevk alan, kafelerde tek başına tedirgin tedirgin oturmayan, kahvesini yudumlayıp kitabını okuyan biri olaydım! benim duam buydu!

ama bakın instagramım olsaydı duam kabul olmuş olacaktı. bir fotoğraf ben neyi göstermek istersem onu gösteriyor, istediğim şeyleri saklama imkanı tanıyordu! insan kendinin magazincisi olmaktan da öte (ki magazin her zaman ünlüleri iyi göstermez, onları basar, yakalar da) ben bir magazinciden de öte kendi kendimin tanrısı olacaktım!

hatta dua ritüelindeki gibi beklemem bile gerekmeyecekti. İnstagram bir duadan da öteydi! o bir sihirli değnekti, sihirli değnek nasıl dokunduğu hayatları güzelleştirirse instagram da fotoğrafladığı hayatları masalsı, ideal bir yaşama dönüştürüyordu!

ve ben hala bir önceki çağda yaşıyor, fotoğraf makinesile fotoğraf çekiyor, bunu bilgisayara oradan da harici diske atıyor salak gibi arşivliyordum! oysa devir arşiv devri değildi!


yazımın son cümlesini instagram açmaya çalışırken karşıma çıkan "onay mailinin atıldığını haber veren" cümleyle kapatıyorum! çok garipsediğim o cümleyi bir word dosyasına kaydettimdi! bir gün o cümleyle başlayıp instagramla ilgili bir şeyleri kusacağımı tahmin ederek yapmıştım bunu. ama bu yazı kusmaktan ziyade artık çağın gerçeğini kabullenmek gerektiği, biraz rahatlamam gerektiğini kabul ettiğim bir yazı oldu!

direnmeyeceğim bundan sonra, en yakın zamanda bir akıllı telefon alacak, bir instagram açacak ve yaşamımı az da olsa kolaylaştıracağım!

ibrettik kapanış;

bakın instagram bizi nasıl kapağın altına çağırıyor;

"Önemli anlarınızı çekip dünyayla paylaşmaya başlamak için e-posta adresinizi onaylayın."

(dikkatiniz çekerim demiyor ki ananla, bacınla, kankanla! muhatabının tüm dünya olduğunu söylüyor! facebook'un olayı neydi ilkokul arkadaşını, ebeni bulman; instagram bu noktada muhatabı dünya kılarak insanı mahallesinden, sokağından evrene taşıdı) (benim gibi hala usb bellek, fotoğraf makinesi, harici diskle uğraşan biri için tek tıkla (ben hala tık diyorum ama, "tık" bile değil artık, nazik bir dokunuş yetiiyor sadece) dünyayla fotoğraf paylaşma fikri nasıl garip geliyor tahmin edersiniz, biz cd'ye geçişte zorluk yaşamış nesiliz, hala fotoğraf yıkattırıyoruz, yahu az bile burun kıvırıyormuşum) (neyse bunlar da başka bir iç kusmasına kısmet)

2 Haziran 2015 Salı

(aslında burada başlık yerine küfür vardı)

susmaktan sıkıldım büyük laflar edesim var.
hakikat hakkında konuşasım mesela.

paçamdan boklar akarken...

bir de ümitvâr diye bir kelime var...
sonra bir de aforizmalar!
-ulan hangisinin söyleyenine bir hayrı dokunmuş dediğim!-
hangi aforizmik orgazmik cümledir ki söyleyenini ihya etmiş sanki de zikredene faydası dokunsun!
-sosyal mecralarda beğeni almanın dışında.-

kulağına küpe olmak diye bir deyim var bilir misiniz mesela.
hani demek ister ki unutma bunu hep hatırla!

aforizmik laflar söyleyen biri olunmaz biliyor musun
aforizma sıçılır.

ay o değil de o türküyü duydukça benim içime içime narlar saçılır.

çok sıkıldım ulan!
bayağı roman yazasım var.

görüyorsunuz artık bir garip sıkılıyorum.
ben ne zaman sıkılsam hakikatlerden bahsetmek, roman yazmak istiyorum.
ben bu aralar bohulu bohemyan haller yaşıyor
bir artistin kabızlıktan ishale geçişi arasındaki sancılı dönemi yaşadığımı varsayıp
gariban gariban seviniyorum

o değil de ben ne zamandır tevekkeli yemedim
karnıbahar demedim

bir desem nasıl canlanırım
bir yesem elbet şifayı kapar turp gibi yataktan kalkarım

ah kuzum kemal, canım kemal, yavrum kemal, bana bir hallenmeler oluyor kemal!
ve ne zaman birisi ikinci yeniye özenik bir şiir kursa
o şiirde hep seslenecek biri lazım oluyor.

bu şiir burada tekrara düşmezden evvel
elin elimdeydi
ben bir muhallebiydim
küllerin fındıklarıma değdi

yaaaa...
yaaaaaa....








1 Haziran 2015 Pazartesi

o değil de niye benim adım molly aimee

haziran gelir hoş gelir
evlere neşe verir
ben sanırım ki yazı herkes sever
kimi der ki kış nire gelir

haziran geldi hoş geldi
ama eli boş geldi
ben tembelim amma
haziranla bitecek mi bu muamma

haziran geldi hoş geldi
boğazdan serin bir meltem
halice doğru esti
daha yazacaktım ama
içimdeki şairi at tepti



31 Mart 2015 Salı

humor'una kurban ağabey

sevgili isa,

bütün olanlar için özür dilerim. kabahatin bende olduğunu biliyorum. günlerdir durmadan seni düşünüyorum. kitabını elimden bırakmıyorum. bütün meselelerde sen haklısın. bugün düşündüklerimi, seninle birlikte olduğumuz gün bilseydim, her şey başka türlü olurdu. fakat, göreceksin, bir daha buluşursak nasıl istediğin gibi bir adam olacağım. o kadar değiştim ki beni tanıyamayacaksın. çarşamba günü annemler evde yoklar. gelebilirsen rahat rahat konuşuruz.

seni seven
selim



isa gelmedi.

28 Mart 2015 Cumartesi

bazen de böyle şeyler olur

 "... bazen ama bir insanla bir şey olur
      kısa süren bir şey
      iki geyiğin havada sıçrayıp öpüşmesi gibi
bazı insanlarla yıllarca görüşsen de
bir şey olmaz. "

Lâle Müldür


17 Mart 2015 Salı

Sandığın gibi olmaz bazen...


Belediye mahallede toplu bir restorasyon işine girişti.

Yeşil, mavi, pembe evlerin, sarı konakların, cumbaları mor sümbüllü sakinlerini tatlı bir telaş sarmış idi.Taşlıkta gülüşmeler, hangi ev önce boyansın diye çekişmeler boya badana işleminin birinci haftasında yerini derin bir sessizliğe bıraktı.

Belediyeye sponsor olan boya firması paraya kıyamamıştı. Güzelim Fener'in güzelim evleri, konakları, konduları hepsi tek rengin beyazla açtırılmış tonlarına boyandı.

Turuncu, açık turuncu, daha açık turuncu  daha da açık turuncu... sonra evet sonrası yine turuncu...





hamiş: komikli bir şaka değil kabak gibi bir gerçektir...


her şey sırayla anacım.


1 Mart 2015 Pazar

hayattan ne anladığım, erler filme ömür adamaklığımdır

evet doğrudur, hayat algım yeşilçam filmleri üzre şekillenmiştir.

vecihi gibi bir insan tanıdığımda ne kadar garip de olsa gülen yüzüne tatlı diline kanışım bundandır. birlikte oturulan sofralara, birbirinden bir türlü sır saklayamamaya, ufak bir bardak nane likörünün tüm dertlere deva olacağına, sarılmaya, kucaklaşmaya; aile evden kovulduğunda hep birlikte parkta yaşanabileceğine, her şeye rağmen yine de gülebilmeye, kötü günlerde birbirine daha çok sarılmanın kıymetine; en kötü kavgalarda en ufak bir dümbelek sesiyle kavgayı bırakıp birlikte göbek atmaya olan inancım bundandır.

birine en güzel bir şey anlatma yolunun onu eğlenmeye teşvik etmek olduğuna, dadılardan, mürebbiyelerden canına susamış, enerjisini onları kovdurmaya adamış bir çocuğun bile siz işinize inanınca size inanacağına... çocukların sizi sevmesini istiyorsanız onlarla oynamanın, onların boylarına inmenin, onların huylarından biraz almanın gerekliliğine olan inancım da onlardan gelir.

kimileri klasikleri okuyarak öğrenir hayatı, kimileri büyükleri gözlemler, kimi rol model alır... bense kılavuzumu yeşilçam melodramı yapmış bir çocuk idim. ondandır ki hala her hakkım yenişinde "bak beyim" diye çıkışır; gün gelecek karşılarına "bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı" diye çıkacağım günü düşünüp avunurum. öğrencinin halinden anlamayan gördü mü "karnın tok sırtın pek" diye lafa girer; "alacağım boncuğu vuracağım kırbacı" bakışlı insanlardan hemencik uzaklaşırım.

ayşeciğin teyzesinin, ayşeciği bağrına basmak istediği halde gururunun elvermediğini anladığım o günden beri kötü insan diye bir şey olmadığını; sadece bazılarımızın derininde acılar olduğunu bilirim. polyanna'nın felsefesini bile kitabını okumazdan evvel aynı filmden öğrendim.

"nayır, nolamaz" diye üzülüşüm, saadetimi "aman allahım ne kadar da mesudum" diye dile getirişim de bundandır, dersi kaynatan öğrenciye kızamamaklığım da  her sınıfta bir inek, bir güdük, bir damat ferit arayışım da...

biri sabun yaparak para kazanmayı teklif etse ben de kabul ederdim biliyorum. senede bir gün de görsem yine severim. gözlerim kör olsa ameliyatla açılsa kalabalığın içinden bana yardım eden o güzel insanları bulurdum. ve birinin gözleri kör olsa ona saray diye anlatırdım yaşadığımız yeri...

göz bebekleri titreyenlerin en çok sevdiğini sadri alışık'tan öğrendim ve en çok da sevmenin biçimlerini... uzaktan sevmeyi, yakından sevmeyi, sevdiği için vazgeçmeyi, bir de bir tek dileğim var sözünün bir kamyon yükü anlam yüklendiğini.

gülen gözlerin kıymetini...





3 Şubat 2015 Salı

oha!

hatırlamak (remembering) harfi harfine tarif edilecek olursa, üyeleri (members) yeniden bir araya getirmek, onlara o bütün üyeliğini yeniden iade etmek (re-member) anlamına gelir.

john berger


amcam önceki hayatlarını hatırlıyor

diye bir film vardı. adını ilk duyduğumda çok eğlenceli bir film sanmıştım. hani frends'te phoebe'nin arada hatırlamaları misali...

oysa kendisi acıklı bir filmmiş. imdb'de yalnızca dram başlığı gördüğüm hiç bir filmi izlemediğim gibi bu filmi de pas geçtim. ve de kafamda bu başlığa süper bir drama-komedi çektim.

yazının başlığını açıkladım ama şu anki hissiyatım yani beni bu başlığı açmaya ve aniden yazmaya şevk eden fikriyatımdan bahsedeyim bir de.

her şey bu şarkıyı dinlerken oldu/oluyor efenim:



bir anda kalbim hızla atmaya, kanım kaynamaya başlıyor. ne zaman dinlesem gözümün önünde belli belirsiz anılar canlanıyor.

artık solist zach kardeşimin bağrı yanık sesinden mi, parçaya eşlik eden enstrümanlardan mı, konserin izleyicilerle içiçeliğinden mi bilmiyorum ama kalbim ve beynimde bir şeyler yerine oturdu ez evvel. bir yap-bozun eksik parçasını buldum sanki.

artık kesinleşti. ben önceki hayatmlarımdan birinde bir çingeneydim, bazen sahnede, bazen izleyicilerin arasındaydım ama hep coşkuluydum. dinlerken o kadar ait hissediyorum ki kendimi bu melodiye. böyle melodilere...

sirklere, cambazlara, çadırlara ait ruhumun bir yanı...

küçükken en sevdiğim filmler gırgıriye serileri, cambazhane gülü ve türevleriydi zaten. evdeki yapma çiçekleri az kafama, orama burama takmadım. kısacık saçlarıma peruk niyetine az geçirmedim pileli eteklerimi.

hep o hayata özlem anacım. hep.

ha bir de ukulele sesiyle gittiğim başka bir önceki hayatım var. o da şu şarkıda ortaya çıkıyor.


ama türkçe değil bu hayatımda anadilim. efendime söyliyim ingiliz miyim, fransız mıyım neyim.
allahım ilk duyuşumda o kadar biliyorum gibi gelmişti ki bu şarkıyı. sanki annem beni hep bu şarkıyla ve ukulele çalarak uyuturmuş ben bebekken. günlerce bıkmadan usanmadan dinledim. ve hala da dinliyorum.

bir de vahşi batılı yanım var. o da ukuleleye benzer bir çalgı olan banjo sesinde gizli. redkit'in müziklerini hatırlar mısınız?  hani bar sahnelerinde falan çalan, ya da heyecanlı kovalamaca sahnelerinde. böyle bıngıl bıngıl bi ses hani.

kafamda redkitle özdeşleşen bu enstrüman da beni bir vahşi batı kasabasına, uzun sıcak gündüzlerin yaşandığı, uzuuunca bir sokağa, şu girerken iki yana açılan bir bar kapısının hemen dibine götürüyor beni.

kovboy şapkamı indirmişim yüzüme, sallanan bir koltukta, bardan gelen banjo sesiyle akşam olmasını, havanın biraz serinlemesini bekliyorum.



o kadar redkit izledim, bi bölüm hatırlayamam ama kafamda yıllardır ara ara müzikleri dönüyor.  mızıka ve piyano ve elbette banjo sesi. ya insan redkit'in kendi gölgesine ateş edişi varken gider de, banjo sesine mi tav olur! te allaam!  İşte hep önceki hayata özlem anacım. Hep.

ama sanmayın ki küçükken biliyordum redkit'i neden sevdiğimi. ben 25 yaşımda anladım asıl sevdiğimin ukulele/banjo sesi olduğunu... insan adını, şeklini bilmediği bir enstürümanı çocukken bile nasıl bu kadar sever.

bunlar hep önceki hayatlarımın yüzünden.

bu üç önceki hayatıma beni götüren sesler de hep ukulele var. o bıngıl bıngıl ses. yahu yoksa ben önceki hayatımda çingenedir, kovboydur, fransızdır değil de ukulelenin kendisi miydim.

Olabilir... Hepsi de olabilir...

işte böyle... Uzun lafın kısası, bazı şarkılar insanı alıp götürüyor, bundandır ki "amcam önceki hayatlarını hatırlıyor".

17 Ocak 2015 Cumartesi

Sandığın gibi olmaz bazen...



Bekir muhtarlığa adaylığını koymuştu. Arkadaşları da şaka olsun diye Bekir'in eve giderken gelirken geçtiği yola "sen bizim muhtarımız olamazsın bekir" yazmışlardı. fikirlerince Bekir kimin yazdığını anlayacak, kızacak, koşacak, kahveye girip küfürler savuracak, gülen yüzleri, gözleri görünce şakayı anlayacak, o da gülecek, biri çaylar benden hadi diyecek, sıkıcı gündüzlerden birine az buçuk hareket gelecekti.

Ama sanıldığı gibi olmadı. Bekir yazıyı okudu. Kahvehaneye değil, çıktığı eve geri döndü. Bavulunu açtı. Eşyalarını topladı. Birkaç gömlek, bir kazak iki pantolon, çerçevelenmiş resimleri çerçevelerinden çıkardı; başucunda duran kitaplardan birinin arasına rastgele koydu ve sonra kitapları da...

Bekir gitti...