29 Kasım 2014 Cumartesi

biri olmayan şiirlerin ikincisini yazan kadın

biri vardı, sanki insan değil de meyvelerin en bereketlisi nardı.
nardan nara da elbette fark vardı.

birincisi olmayan şiirler yazardı, kimi zamanda ardı gelecek sandığınız hikayelere başlar ama hikaye havada asılı kalırdı.

oysa onun muhayyilesinde durmadan akan bir nehir yahut çağlayan vardı. o çağlayandan ne dizeler, ne hikaye kahramanları kıvrıla kıvrıla akardı.

bazı zaman o nehir taşar, nardan kadın da kulağımıza ya başından ya sonundan hikayeler fısıldar, şiirler sayıklardı.

bir nar kadın vardı ondan sır saklanmaz, ona küs kalınmazdı.
sanki gülüşünde bir büyü vardı. kalbinin saflığından kayaya gülse kaya dayanamaz kumullanırdı.

bir gülüş bir içi nasıl açar derseniz ben de size sizin hiç nardan arkadaşınız olmadı mı derim. nardan arkadaşı olanlar bilir ki nardan arkadaşların gözleri zeytindir. o gözler bir dizi müjganla çevrilidir. ol sebepten bir bakar nar kadın, bin müjgan titreşir, nar-ı müjgan titreştikçe sizin içinizde nar çiçekleri filizlenir. işte böyledir ki nar kadın, yeni nardan kadın ve nardan adamlar meydana getirir.

bir başka mesele de ; nardan kadınlardaki bu zeytin gözlerdir. zeytin gözler nardan arkadaşlar ve kardan arkadaşların kesişim kümesidir. zaten bu kesişim kümesinde de başkaca bir şey yoktur. zira nardan arkadaşlar sıcaktır ve kardan arkadaşlar güneşte erir. oysa bir nardan arkadaşınız varsa gece gündüz hep sizinledir.

28 Kasım 2014 Cuma

napsak, hiçbir şey mi yapsak...



yazın diyorum ki hava çok sıcak ondan heralde, kışın diyorum ki hava çok soğuk ondan heralde, sabahları diyorum az uyudum, akşamları diyorum çok yoruldum ondan... dinlendiğim zamanlar bile diyorum ki az dinlendim ondan... hep aynı terene... ahan da benim de her zaman için iyi bir sebebim ve böyle uzanıp hiçbir şey yapmayasım var... 

hatta bunu eş dostla yapasım var. bana gelin ve hiçbir şey yapmayalım ahan da salıverip uzanalım...

27 Ekim 2014 Pazartesi

müzeyyen'e açık mektubumdur!


müzeyyen,

kaşı ebru, gözü boncuk, saçı sırma, yüzü kaşık müzeyyen! boyu uzun, beli ince, bülbül seslim müzeyyen!

gözlerine gözler, ellerine eller değecek de müzeyyen, ben bir köşede gizliden izleyeceğim... sinsice kendimi bitireceğim.. bu bitirişimi -kim bilir- belki ruhun dahi duymayacak! müzeyyen, senin ruhun o esnada başka ruhlarla oynaşıyor olacak!

tutturdun bir artistliktir gidiyor! sen gülerken taşlıkta, benim acıya içkin içim, için için, senin için, nasıl da kan ağlıyor!

böyle bir ekim günü başlayan sevdamız, yine başladığı gibi, altını çizmeye, kenarını kıvırmaya kıyamadığım sayfalarda kalaydı... sen nokta ben virgül, sen özne ben nesne, sen kapak ben şiraze... ah müzeyyen bakma bana öyle; ben seni hala severim de artık senin ismin alemin dilinde...

bükme boynun müzeyyen! ya bu adı değiştir yahut al bu elmayı! bende sevdiklerince terk edilme endişesi, kafayı yemeye meyyal haller var! benimki hala derin bir tutku fakat artık senin yüzünde göz izi var!





30 Temmuz 2014 Çarşamba

sarmak üç nokta

"sarmak" fiilinin tdk 16 anlamını tespit edip, her örneği de bir alıntıyla taçlandırmış lakin, benim burada kullanacağım anlamına rastlamadım bu 16'sı çinde.

http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.53d939f7cd8189.43396141

17. anlam: sarmak, bir süre boyunca onunla ilgilenmek ve o şeyi/şeyden neredeyse bıkacak, bıktıracak hale gelmek, getirmek...

dönem dönem insan bir şeylere, birilerine sarar değil mi... hele ki şarkılara sarışlar...

yalnız yaşayan bir insan değilseniz, sizle birlikte ev halisi de o şarkıyla yatıp kalkar ve çoğu zaman da sizin o şarkıyı sevmenizi sağlayan bir çok kişisel etmen, gerçekten kişisel olduğundan, siz bıkmasanız da bir süre sonra illallah dedirtebilirsiniz çevrenizdekilere. kendim sevgili ev arkadaşımın bu sarışlarına defaatle illlallah dedim, oradan biliyorum. ve bu aralar ben de illallah dedirtiyorum.

bir diziden feleğin çemberinden geçmiş iki karakter, tüm kanayan gönüller için söylüyorlar efendim: Yanarım.

http://www.youtube.com/watch?v=SsVjQ_UZg4g

mesele sevmek burada da, mesele içli bakmak, mesele sadece böyle bakmak belki de...

22 Temmuz 2014 Salı

yazmak için en güzel bir sebep...

yazmaya güçlü bir sebep olmalı. aylardır tek satır yazamamış biri için hele... çok güçlü bir sebep...

ilhan berk yazarların mutsuzluğuyla ilgili bir şeyler söylemiş, onun ne dediğini hatırlamıyorum ama benim anladığım; "mutlu insan yaşar, mutsuzsa yazar" nevinden bir şeydi. evet, mutsuzluk bir çok kez yazmaya itiyor ama onun da mı dozu var ne. mutsuzum doğru, ama hiç de yazasım yok be ilhan berk. yaşıyorum da sayılmaz, evin içinde, aynı koltukta bilgisayar karşısında oturup saatlerce bir şeyler izliyorum bir haftadır. 

lafı nereye bağlayacağımı ben de merak ediyorum şu an. ilhan berk dedim, mutluluk, mutsuzluk dedim, bu genel tanımı kişisele bağlayıp mutsuzum dedim, evde pinekliyorum dedim. aslında  lafın nereye geleceği
epey belli be. bak sen de bana hak vereceksin.

işte böyle zamanlarda anlıyor insan sohbetin, oturup karşılıklı çay, kahve içmenin keyfini... oradan buradan laflamayı..

dostlarla olmanın keyfini, bu keyfin ne kadar da değerli ve önemli olduğunu onlardan uzakta anlıyor insan... 
tüm hayatımı bursa'da bırakıp yollara düştükten sonra istanbul'da bir aile edindim kendime. ama tanıştığımızda herkesin öğrenci olduğu bu aile, şimdi işe girenler, iş değiştirenler, şehir değiştirenler, okulu bitirenlerle biraz ülkenin farklı yerlerine savrulmuş durumda. hele bir de yaz eklenince üzerine iyice göremez olduk birbirimizi. kimimiz mecbur ailesiyle, kimimiz yaz sıcağında işyerinde, kimimiz kitap başında okuyup yazmaya mecbur, kimimizse saatlerce evin içinde bîçare pineklemekte..

yılın yorgunluğunu taşıdığımız ama bu omuzlarımızdaki yılın kirini pasını atamadığımız, bir tatille çekip gidemediğimiz şu günlerde temmuzun 22'sinde sana ufak bir hediye vereyim; bende uyandırdığın tüm güzellikleri, seninle dost olmanın beraberinde getirdiği incelikleri bir kez daha somuta dökeyim istedim.

Buyur bakalım; 2. Geleneksel Doğumgünü Kolajı... 



uzaklara yola çıkan vosvos, lunaparklar, bolca kahve, kitaplar, tatlılar, güzel balkonlu, geniş teraslı evler, müzik, çiçekler, fenerler, şekerler, çocukluğumuzun tek aydınlığı o güzel filmler, denize bakan bir pencere, uçan balonlar, yine kitaplar, yine kahve...

seni seviyorum! aylardan sonra sırf seni birazcık olsun gülümsetebilmek, mutlu edebilmek için aylar sonra yeniden yazacak kadar, saatlerce bilgisayar başınca cebelleşecek kadar seviyorum. (yazının başıyla geç de olsa bağladım, yani sanırsam)

sana hediye ararken m'nın dediği gibi sen daha fazlasına değersin de elimizden bu kadarı geliyor!

15 Mayıs 2014 Perşembe

şiddete meyyalim vallahi dertten

hep kuştan çiçekten bahsedecek değiliz ya. hep içinde kelebekler uçan şarkılar paylaşacak değiliz ya. ağıtlar söyleyeceğiz. işçi bayramıyla başlayan mayısta; mayısın ortasında işçilerin evlerine düşen ateşi ne yapsak söndüremeyeceğiz. politikaya girsek de girmesek de o güzel adamları geri getiremeyeceğiz.

"beni bırakın da içeri gireyim, arkadaşımın karısı hamile, onu bulup getireyim" diyen, kurtulduğuna dahi sevinemeyen adama; aynı mesaide ölen ikiz kardeşlere; kurtulan bir amcanın "yine olsa yine çalışırım çünkü kredi borcum var" demesine; kim bilir içeriden sağ sağlim çıkmasını beklediği nice eşi dostu varken yüreğine taş basıp çıkan ölülerin cenazesi beklemesin diye boş tarlalara onlarca, yüzlerce mezar kazan somalı gençlere bakıp bakıp hayret edeceğiz.

haber sitelerinin foto galerine girip hayretimize hayretler katacağız anca. sıçayım ben bu hayretime. bir işe yaramayan öfkeme, her şeyi daha yaşandığı zaman unutmaya hazır beynime! geçmiş acıların üzerine setler çekmiş belleğime!

oraya koşmuyorsam kendi ağzıma da sıçayım. somaya bir bilet demiyorsam, insan mıyım lan ben.
hee ben farkındayım ne kadar insanlıktan çıktığımın da ülkeyi yönetenlere ne demeli. benim gibi oraya gidemeyen ama sokaklara çıkan, kol kola yürüyen, acısını paylaşan insanlara saldıran, onlara su sıkan polisime; polisimi halkımın üzerine salan devletime; yaralı işçiler, diğer yaralıları çıkarırken kenardan şık takım elbiseleriyle onları izleyen bakanıma ne demeli.

hele ki " efenim kaza bu, kazalar normaldir" diyen kafayı siyasetle bozmuş başbakanıma ne demeli. ama bi bok diyemem oy bile kullanmadım ben. ben yenilgiyi baştan kabullenmiştim. ben var ya ben valla insan değilim.

not: iş bu yazıda aslında daha onlarca küfür kullanılmış, küfürler olanca edebimle kısaltılıp sadeleştirilmiştir.
not 2: başbakanı şok marketler zincirinin soma şubesine kaçırtmayı başaran, ölülerinin hesabını sorarken müsteşardan dayak yiyen abilerime, devletin üzerine polis salacağını bile bile sokaklara koşan kardeşlerime bu sikimsonik sosyal ağdan selam olsun! sizlen gurur duyuyom. gururum kaldıysa artık... sanmam...


ahanda link! alın sizde bakın, bakın içiniz acısın, bakın unutun, bakın hatırlayın, bakın kafayı yiyin.

13 Nisan 2014 Pazar

başım alıp nere gidem?

küçük bi kız olayım, bavuluma kedimi, pikabımı ve en sevdiğim plağı ve masal kitaplarını alıp bir başıma kaçayım..

algıda gidici gidicilikte bir başımayım..




10 Nisan 2014 Perşembe

akşama ne pişirsek?


bulgur pilavı yapalım bugün, bol yapalım da iki gün yeriz. geçen bol yapmadık ama iki gün yedik. bol yaparsak dört gün yeriz. elimizin ayarı yoksa demek.

bulgurda da pirinçteki gibi 1e 1buçuk mu. kimi 1e 2 koyuyormuş ama. yok lapa olmasın kuru olsun daha iyi.

yanına ne yapsak. mantar mı, patlıcan mı. mantar çok dayanmaz buzdolabı olmadan en iyisi onu yapmalı. patlıcan beklesin.

salata ya da cacık yapalım. hangisini yapmalı. hem salata hem cacık yapsak nasıl olur. salataya roka, cacığa da bol sarımsak koruz.

acıktın mı. hayır. ben acıktım hadi yemek yapalım. daha yeni kahvaltı yaptık bekleyelim. ben acıktım yapalım.

işte böyle dostlar, salı günü pazara gideli beri bu haldeyim. aldıklarımız ve yiyeceklerimiz arasındaki dengeyi ayarlamaya çalışıyorum. ya yiyorum, ya pişiriyorum, ya da ne pişirsem, neyin yanına ne gider diye düşünüyorum.

ömrü hayatımda böyle bir dönem olmadığından,  evde düzenli yemek pişirmeyi ilk defa 28 yaşında denediğimden olsa gerek bokunu çıkarıyorum. ne güzel şeymiş yarabbi! ama bu kadarı da çok fazla sanırsam, çünkü yatıp kalkıp yemek düşünüyorum. internette damak zevkime en uyan siteyi arıyorum. bulgur pilavını salçasız pişirdi diye oktay ustayı bi kalemde siliyor, sulu yemeklere sarımsak ekleyin diyen siteyi adı "birtutamsevgi" gibi dandiri olsa da yer imlerine ekliyorum.

yeni evlenmişim sanki gibi annemi günde bi iki kez arayıp kısık ateş diyor ama ocağın büyük gözündeki kısıkla, küçüğünün kısığı bir değil diye gayet mantıklı "sen söyle anne ben nedeyim?" minvalinden sorular soruyorum.

hazır domates soslarının mucidine olan inancım tasdikleniyor, eve ilk taşındığımda arkadaşımın yolladığı tencerenin içinden çıkan o zaman bir kenara attığım tahta kaşığa adeta tapıyorum.

noldu bana dostlar diye soruyor ve cevabı yine ben veriyorum. işlerin, tezin biriktiği, iş başvuruma hala dönülmediği şu günlerde hayatımın merkezine tıkınmayı alıyorum. kendimi pişirme işine adıyorum. değil yapmaya, düşünmeye korktuğum bir çok şeyden yemek pişirerek ve kalan tüm zamanımı ne pişireyim diye düşünerek geçiriyorum.

günün birinde birinizi arayıp ne pişirsem diye sorar sizden fikir istersem, yahut bir derece daha vahimleşip ne pişirdin diye sorarsam bilin ki durum vahim. buluşun toplaşın bu kızcağıza ne yapmalı diye oluruna bakın.

ama şimdilik iyi gidiyor. gelin yiyelim, içelim, pilava et suyu mu tavuk suyu mu gider onu irdeleyelim. patatesin kilosunun pahalılığından, iyi domatesi nerden bulcağımıza varan geniş yelpazede hasbihal eyleyelim...


2 Nisan 2014 Çarşamba

aslında mutsuzluktan bahseden yazı

mutsuzluktan bahsetmek istiyorum,
yatay ve dikey mutsuzluktan*

gecenin bi vakti efkar basıyor, mırıldandığım şarkıyı açayım diyorum, sonra youtube yerine hata ekranıyla karşılaşıyorum! bi de annem diyor ki sen niye akpartiyi sevmiyosun. küçük mutsuzluklarımız var bizim. büyük sebepleri saymaya gerek yok.

youtube lan bu. tabi youtube'a girmiyor ki youtube'u kapatanlar. müzik dinlemiyorlarki! bi kere bi arkadaşım tayyib'in kankası var mıdır demişti. politika dışında konuşabildiği kimse yoktur diye ortak karara varmıştık. çünküm gecenin bi vakti özlediği bi insana parça gönderme, yahut dinlediği bi parçadan coşup coşup sevdikleri de dinlesin isteme gibi bi tatlı alışkanlığı olan insan youtube'u kapasa da benimki gibi bi efkar anında ya hacı ben yanlış yaptım, söyleyeyim de açsınlar der idi. kızında oğlunda da yok demek bu alışkanlık. hem zaten onlar şarkı dinlemek istese onlara yeni site yaptırılır. ya da şu daha fantastik bak; şarkı mı yollayacak bi arkadaşına sümeyyecik, şarkıcıyı paketleyip direk postayla arkadaşına yollar.

sende para var mı yok, bende para var mı yok. onlarda var arkadaş. hee bi de 13 yaşında yat sahibi kaan kavrayış'ta ve ailesinde para gani. hem de ne! bak bunun linkini de veremiyorum iyice ifrit oldum.

yıllarca bu ülke din ve devlet işi karışır mı karışmaz mı onu tartıştı, çocuk kafalarımıza ilkokul öğretmenlerimiz laikliğin tanımını çiviyle çaktı. ama mevzu 10 yıl içinde öyle bir karışmaya kaydı ki; özel hayat ve siyasetin birbirine geçmesi durumuna şahidiz şu günlerde.

başbakanımız partisinin adaylarının (değil ki kendinin; ki bu yerel seçim) ülke genelinde önde olduğu açıklanınca bilmemnerenin balkonuna maaile çıkıp karısı, kızı oğlu gelini torun tombalağıyla poz veriyor. bu çok dumur etti beni. onlar o görüntüyle bir şeylere cevap veriyorlar kendilerince ama özel hayat siyasete çok pis karışıyor, kimse de çıkıp demiyor ki, aga bu nedir.

sırrı süreyya bi ara kılıçdaroğluna ambulansın arkasından giden fırsatcı taksici dediydi. bu bir aga bu nedir çıkışıydı ama sonra başka meselelere daldı, bu halktan yana süpermen tavrını uzun süre koruyamadı.

youtube'dan ne istediniz lan. twittera o kadar sinirlenmediydim de bu fena oldu. hem sonu da felaket oldu. bildiğin kustum yani bu temiz sayfaya.

özel hayat ve siyasetin çok pis karışmasına en büyük örnek benim bu mal yazım. kimin aklına gelirdi benim de bir gün içimi kusacağım. ne yapalım, gençliğin elinden youtube'u bile almaya kalkarsanız,, haa burda tehtidimsi bişi yazmam icab ediyor cümlenin akışından öyle gerekiyor fekat bi bok diyemem. neyimizi alırlarsa alsınlar bi halt olmuyor. bir kısır döngü bu. hee bi de niye oy vermek için kasmadık onu da diyeyim; aynı bokun ha kahverengisi, ha açık kahverengisi, ha sütlü kahvesi..

evet sanmayın ki bu yazı siyasetten bahsediyor, bu yazı hevesi kursağında kalmak atasözünü açıyor. yaaa.
ilkokul kafası bi kompozisyon olarak ele alın bu yazıyı. örneğin içinde boğulsa da mevzu heves-kursak ilişkisi. bunu da bi örnekle açıklayayım. ki ben en çok komposizyonu geliştirme yollarından örneklemenin hastasıyım. (forrest gump'ın annesiyim vesselam)

evet efendim, ilkokulda üğretmenimiz "ayağını yorganına göre uzat" atasözünün komposizyonunu yazdırdıydı da kaderin cilvesi midir, ilk olarak "oku bakalım evladım" dediği harun adlı arkadaş şöyle anlatıyordu; "bir adamın ailesi varsa ayağını yorganına göre uzatmalı mesela kerhaneye gitmemeli" ve uzunca nedenlerini sıralıyordu kerhane mevzusunun. maddi olarak bi aileyi batıracağına inancı büyüktü garibimin. hoca susturmuştu bir yerde ama işte o saçma bir örnek verip o örnekte boka batalı, hoca bu bokluğu tamamlamasına müsaade etmeyeli beri bende tik kaldı. siz bana sorun misallerle boka batayım pek severim.

bu mevzuyu da açıklığa kavuşturdum, lafı da böyle toparladım.

hee bi de kimse okumuyo mu ya beni. hayaletli kasabada gibiyim biliyonuz mu.

evet efendim,
boka bata çıka ilerleyen
işte benim sizin müzeyyen


*turgutcuğum uyar

bkz: umut sarıkaya tipi mutsuzluk tanımları

https://www.google.com.tr/search?q=umut+sar%C4%B1kaya+mutsuzluk&espv=2&es_sm=122&tbm=isch&tbo=u&source=univ&sa=X&ei=Ylk7U7PFGcattAaBtoGoBA&ved=0CCoQsAQ&biw=1024&bih=513

17 Mart 2014 Pazartesi

nezahat tiyatroda

a. yanındaki b.'ye duvarda aslı olan "sirke tadında  böğürtlen receli "tiyatro afişini gösterir.

a. : bir dahaki ay bu tiyatroya gidicem.
b.: ayy ismi de çok güzelmiş, böğürtlen  reçelini de çok severim.


12 Mart 2014 Çarşamba

eyvah!

eyvah şiirler azalmış, günümüz perişan, yanıyor içimizdeki koskoca orman!

aşkları da vururlar/sezen aksu



23 Şubat 2014 Pazar

belki yersiz fakat emin ol değil sebepsiz

candan erçetin çığırıyor benim için; parçalandım ve her bi parçamı ayrı yere bıraktım.

aniden aklıma gelen bu parçada kim bilir kaçıncı kez buluyor beni. o kadar anı var ki üzerinde parça 3 dakikaysa bana bıraktığı yük bir bavul. hem de artık kokuşmuş, bozuk fermuarından, kapanmayan kilidinden hayaletlerin fışkırdığı bir bavul. ve bavulda "ey benim metruk geçmişim"!

birini açıkı denizlerin en derin yerine attım.

geçmiş. benim gibi bir türlü geçmişi kapatamayanlar için geçmemiş mi demeli, ecnebilerin passe, past dedikleri o anlar, anılar yığınına.

birini yüksek dağların zirvesine bıraktım.

yüksek dağ bir metafor değil benim için candancım, benzetileni gizlenen, benzeyeni gizli tutulan bir benzetme; bursa benim için, uludağın eteklerinde kalan coçukluğum, pencereleri dağın yamaçlarına bakan lise yıllarım, bir mezar, mezarın üzerinde yılın her zamanı tomurcuklu bahar dalları.. nasıl güçlü bahar dalının o ince gövdesi ve ne kadar renli ah o pembe-kırmızı çiçekleri!

birini artık gitmediğim o küçük şehirde bıraktım...

candan dayanamıyorum ben bu parçaya.. sana da dayanamıyorum. son çocukluğum ve ilk ergenliğimdi seni üne kavuştuğun o yıllar. hayat tecrübesinden yoksun, senin ve sezen ablanın nice tecrübelerle hayattan damıttığınınız, ince ince yazdığınız şiir gibi sözler bizim bağır çağır söylediğimiz ağıtlara dönüşüyordu. 15 yaşındaydık ve seninle haykırıyorduk, yalan başkası yalan! dünyada ölümden başkası yalan! reva mıydı bu! oysa sevgiden bahseden coşkulu şarkılar söylemeliydik. okulun arka bahçesinde son sınıflar çav bella diyorlardı! çav bella çav çav çav! biz sınıfın arka sıralarına gömülmüş "git" diye, "geri dön" diye, "tükeneceğiz" diye uzaklara bakıyorduk. öyle içli söylüyorduk ki belli ki tükenmiştik halen de tükeniyorduk.

bu matematik bizi kandırıyor hoca vardı bir yandan da, elimizde sorular ve gözyaşları, herşey ne kadar da şarkılardaydı. defterleri elden ele gezdiriyor, oralara ne gözyaşları akıtıyorduk. reva mıydı, zaten mutsuz ailelerin çocuklarıydık, sezercik, ayşecik, bilimum cik ekini almış kahramanların eziklendiği, dışlandığı, anasını babasını aradığı, filmlerle büyümüştük. reva mıydı, daha 17mizde, hepimizin birimize mecburduk. biz birbirimizi "sevince durma durma koş ardından"değil, "ben sana mecburum bilemezsin" sevmiştik. uzun ince bir oğlandı ipince, hayırsızın biriydi fikrimizce.. yahut mavi gözlü dev minnacık bir kadını sevmişti, ve kadının hayali bizim devimiz değil, bahçeli çiçekli bir evdi...

siz inandırmıştınız bizi erken olgunlaştığımıza, belki de kızmamalıyım 18 yaşında en sevdiğimizi kaybettiğimizde bir anda içleri dolmuştu tüm acılı şarkıların. o zamana kadar ne içten ne kadar buruk eşlik etmiştik sezen ablaya. ama o gece, uzanıp kanlıcanın orta yerinde bi taşa diye haykırırken ben n.'lerin terasında ve e. ve ö. benim ellerimden, omuzlarınmdan tutarken kaymayayım yere diye, boğulmayayım gözyaşlarımda diye, belki de bana ayıp olmasın diye onlar da eşlik etmişlerdi şarkıma; yapacak hiçbişey yok gitmek istedi gitti, hem anlıyorum, hem çok acı tek taraflı bitti.

ve yerlerde sürünerek tamamlamıştım; söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp, düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı.

evet onsuz ilk sabah doğuyordu ve bir dünya kapanıyordu. o gitmişti, ölmüştü. biz bir avuç 17 yaşında biçare... liseyi 10 gün önce bitirmiş, üniversite sınavına girmişiz daha henüz sonucu bile gelmemiş, ki sonuçlar onun 40 mevlidinin olduğu gün gelecekti, o, ben ve e. aynı puanı almış olduğumuzu görünce bir daha ağlayacaktık kederimizden. o ölmeseydi de istanbul!da okuyayamayacaktık. ama o ölmüştü ve bizim ülkenin eğitim sistemi o zaman da boktandı. ben ya uzak bir şehirde okuyabilecektim, ya da iki yıl daha dersane köşelerinde sürünecektim.

intihara teşebbüs etmeye teşebbüs edecektim, yaşamayı bilemediğim, yaşayabilemediğim için kendimi yollara atmayı deneyecek, üstümü başımı yırtacak, tırnaklarımı, dişlerimi mütemadiyen kanatacaktım.

ece ayhan'ın faytonunu belki bu kadar iyi kavrayamayacaktım.

sezen abla sen olmasaydın, candan hoşgeldin diye bir albüm yapmasaydı, a. bana o albümü ölmeden 1 hafta önce almamış olsaydı, ben nasıl başa çıkacaktım.

ö. bana o cdleri yapmasaydı... karışık türkçe cdleri... doktor ötker cd yap'a bağlamasaydı..

acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir, içinden acı geçmeyen kitaplar, filmler de öyle, resimler en çok.

içinden acı geçmeyen çocukluklarda eksik midir. ama bize yazık değil midir. fakir ve mutsuz ailelerin çocuklarıydık biz. utanmayı bildik en çok, özenmeyi bir de... daha yaşımız kaçtı ki, bir kedim bile yok anlıyor musun diye ağladık avaz avaz.

sonra noldu, hiç anlamadan yaşımız kaçlara erdi.. kedimiz oluşunda bile bir hüzün vardı. kedilerin sokakta kucağımıza oturmasında, yolumuza çıkmasında. biz kedilerimizi petshoplardan almadık. biz kedilerimizi almadık bile, onlar bize miyavladı.

bizim kedilerimizin adlarında dahi nice hüzünlü hikaye saklı...

bu yazının da şimdi diğer tüm yazılarım gibi kıçı başı oynuyor biliyorum.
ben efendi yazılar yazamıyorum. ben efendi olup o telefonu bir türlü açamıyorum.

ahh...



mırıldanmalar; bir dağılıp bir toplanmalar

pek değerli beyefendiciğim,

okumayı mı yazmayı mı; tatlıyı mı tuzluyu mu seversiniz?
ben okurum evveldendir. en sevdiğim muharrir şekspir, en sevdiğim tatlı kazandibidir.

pek değerli hanfendiciğim,

şiir sihrine kapılmıştır bendeniz, en sevdiğim edip bodler, en sevdiğim tatlıysa hanım göbeğidir.

beyefendiciğim,

üzülerek söylüyorum sizi tuzlu sever hayal etmiştim, edebi zevkinizde problem teşekkül edecek bir durum görmüyorum fakat yeme zevkinizi değiştirmenizi rica edeceğim. sizi sevmemin bu şekilde mümkünatı yoktur.

ah değerli hanfendiciğim,

bugünden tezi yok soframdan tatlıyı def etmiş bulunuyorum. bir siz efendim, bir siz, bir badem gözleriniz; dahi tatlı yoktur ömrümde...

18 Şubat 2014 Salı

mırıldanmalar; durup durup dalgalanmalar

sevgili hanfendiciğim,

siz güzel misiniz? elma dersem gider, armut deyince gene gelir misiniz?

pek değerli beyefendiciğim,

adım ne demiştiniz?  ben pek severim dört harften teşekkül adları. seslenmeye pek müsait olurlar bilir misiniz. sevmeye ve sevilmeye de öyle... pek rica edicem eğer adınız dört harfli değilse bana bir daha yazmayınız.

sevgili hanfendiciğim,

sevinerek yazıyorum ki adım mora'dır. denizler fatihi paşa dedemin yadigarı olan adımdan daha önce hiç bu denli memnun olmamıştım.
ortak arkadaşımızın, ki şimdi dikkat ettim onun da adı dört harflidir, bizleri tanıştırmasındaki sırra mektubunuzu alır almaz vakıf oldum.
siz benim düşlerimsiniz. uyandığımda gün boyu zihnimde tekrar tekrar canlandırmaya çalışırdım düşlerimi. ilk mektubunuzdan sonra anladım ki, bundan sonra siz bir yana, gayrısı bir yana. beş cümlelik mektubunuzun her kıvrımını zihnime kazıdım. yalvarırım bana yine yazınız, gerekirse adımı çöpe atınız bana yeni bir ad bahşediniz, sevmeye sevilmeye en layık harfler neyse onları benim için birleştiriniz.
ah sevgili hanfendiciğim cevabınızı bekliyeceğim, müsaade ederseniz sizi sırılsıklam seveceğim.

sevgili mora beyefendi,

yeni bir isme hacet yok, isminizi odamda sesli zikrettim ve adınızın sevebileceğim bir ad olduğuna karar verdim. ama sizin gibi aceleci değilim, önce üç hafta üç gün üç saat bekleyeceğim. ben beklemeyi de severim. sizi şimdi, hemen, şuracıkta sevebilirim, ölesiye sevebilirim, yanınızda bitebilirim, sizi deliye döndürebilirim, size var olan tüm sevgileri, yaşamış tüm aşıkları kıskandıracak kadar güzel bakabilirim, isminizi şiir gibi, şarkı gibi hece hece söyleyebilirim, sizi sözlerimle büyüleyebilirim, bir dokunmayla tüm kainatı yakabilirim.
evet, tüm bunları ve fazlasını yapabilirim. ama dedim ben beklemeyi severim. üç hafta, üç gün, üç saat bekleyeceğim.

pek sevgili hanfendiciğim,

sizi ve sevdiğiniz her şeyi sevmeye talibim. bekleyiniz, ben de bekleyeceğim.