23 Şubat 2014 Pazar

belki yersiz fakat emin ol değil sebepsiz

candan erçetin çığırıyor benim için; parçalandım ve her bi parçamı ayrı yere bıraktım.

aniden aklıma gelen bu parçada kim bilir kaçıncı kez buluyor beni. o kadar anı var ki üzerinde parça 3 dakikaysa bana bıraktığı yük bir bavul. hem de artık kokuşmuş, bozuk fermuarından, kapanmayan kilidinden hayaletlerin fışkırdığı bir bavul. ve bavulda "ey benim metruk geçmişim"!

birini açıkı denizlerin en derin yerine attım.

geçmiş. benim gibi bir türlü geçmişi kapatamayanlar için geçmemiş mi demeli, ecnebilerin passe, past dedikleri o anlar, anılar yığınına.

birini yüksek dağların zirvesine bıraktım.

yüksek dağ bir metafor değil benim için candancım, benzetileni gizlenen, benzeyeni gizli tutulan bir benzetme; bursa benim için, uludağın eteklerinde kalan coçukluğum, pencereleri dağın yamaçlarına bakan lise yıllarım, bir mezar, mezarın üzerinde yılın her zamanı tomurcuklu bahar dalları.. nasıl güçlü bahar dalının o ince gövdesi ve ne kadar renli ah o pembe-kırmızı çiçekleri!

birini artık gitmediğim o küçük şehirde bıraktım...

candan dayanamıyorum ben bu parçaya.. sana da dayanamıyorum. son çocukluğum ve ilk ergenliğimdi seni üne kavuştuğun o yıllar. hayat tecrübesinden yoksun, senin ve sezen ablanın nice tecrübelerle hayattan damıttığınınız, ince ince yazdığınız şiir gibi sözler bizim bağır çağır söylediğimiz ağıtlara dönüşüyordu. 15 yaşındaydık ve seninle haykırıyorduk, yalan başkası yalan! dünyada ölümden başkası yalan! reva mıydı bu! oysa sevgiden bahseden coşkulu şarkılar söylemeliydik. okulun arka bahçesinde son sınıflar çav bella diyorlardı! çav bella çav çav çav! biz sınıfın arka sıralarına gömülmüş "git" diye, "geri dön" diye, "tükeneceğiz" diye uzaklara bakıyorduk. öyle içli söylüyorduk ki belli ki tükenmiştik halen de tükeniyorduk.

bu matematik bizi kandırıyor hoca vardı bir yandan da, elimizde sorular ve gözyaşları, herşey ne kadar da şarkılardaydı. defterleri elden ele gezdiriyor, oralara ne gözyaşları akıtıyorduk. reva mıydı, zaten mutsuz ailelerin çocuklarıydık, sezercik, ayşecik, bilimum cik ekini almış kahramanların eziklendiği, dışlandığı, anasını babasını aradığı, filmlerle büyümüştük. reva mıydı, daha 17mizde, hepimizin birimize mecburduk. biz birbirimizi "sevince durma durma koş ardından"değil, "ben sana mecburum bilemezsin" sevmiştik. uzun ince bir oğlandı ipince, hayırsızın biriydi fikrimizce.. yahut mavi gözlü dev minnacık bir kadını sevmişti, ve kadının hayali bizim devimiz değil, bahçeli çiçekli bir evdi...

siz inandırmıştınız bizi erken olgunlaştığımıza, belki de kızmamalıyım 18 yaşında en sevdiğimizi kaybettiğimizde bir anda içleri dolmuştu tüm acılı şarkıların. o zamana kadar ne içten ne kadar buruk eşlik etmiştik sezen ablaya. ama o gece, uzanıp kanlıcanın orta yerinde bi taşa diye haykırırken ben n.'lerin terasında ve e. ve ö. benim ellerimden, omuzlarınmdan tutarken kaymayayım yere diye, boğulmayayım gözyaşlarımda diye, belki de bana ayıp olmasın diye onlar da eşlik etmişlerdi şarkıma; yapacak hiçbişey yok gitmek istedi gitti, hem anlıyorum, hem çok acı tek taraflı bitti.

ve yerlerde sürünerek tamamlamıştım; söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp, düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı.

evet onsuz ilk sabah doğuyordu ve bir dünya kapanıyordu. o gitmişti, ölmüştü. biz bir avuç 17 yaşında biçare... liseyi 10 gün önce bitirmiş, üniversite sınavına girmişiz daha henüz sonucu bile gelmemiş, ki sonuçlar onun 40 mevlidinin olduğu gün gelecekti, o, ben ve e. aynı puanı almış olduğumuzu görünce bir daha ağlayacaktık kederimizden. o ölmeseydi de istanbul!da okuyayamayacaktık. ama o ölmüştü ve bizim ülkenin eğitim sistemi o zaman da boktandı. ben ya uzak bir şehirde okuyabilecektim, ya da iki yıl daha dersane köşelerinde sürünecektim.

intihara teşebbüs etmeye teşebbüs edecektim, yaşamayı bilemediğim, yaşayabilemediğim için kendimi yollara atmayı deneyecek, üstümü başımı yırtacak, tırnaklarımı, dişlerimi mütemadiyen kanatacaktım.

ece ayhan'ın faytonunu belki bu kadar iyi kavrayamayacaktım.

sezen abla sen olmasaydın, candan hoşgeldin diye bir albüm yapmasaydı, a. bana o albümü ölmeden 1 hafta önce almamış olsaydı, ben nasıl başa çıkacaktım.

ö. bana o cdleri yapmasaydı... karışık türkçe cdleri... doktor ötker cd yap'a bağlamasaydı..

acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir, içinden acı geçmeyen kitaplar, filmler de öyle, resimler en çok.

içinden acı geçmeyen çocukluklarda eksik midir. ama bize yazık değil midir. fakir ve mutsuz ailelerin çocuklarıydık biz. utanmayı bildik en çok, özenmeyi bir de... daha yaşımız kaçtı ki, bir kedim bile yok anlıyor musun diye ağladık avaz avaz.

sonra noldu, hiç anlamadan yaşımız kaçlara erdi.. kedimiz oluşunda bile bir hüzün vardı. kedilerin sokakta kucağımıza oturmasında, yolumuza çıkmasında. biz kedilerimizi petshoplardan almadık. biz kedilerimizi almadık bile, onlar bize miyavladı.

bizim kedilerimizin adlarında dahi nice hüzünlü hikaye saklı...

bu yazının da şimdi diğer tüm yazılarım gibi kıçı başı oynuyor biliyorum.
ben efendi yazılar yazamıyorum. ben efendi olup o telefonu bir türlü açamıyorum.

ahh...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder