8 Eylül 2021 Çarşamba

Ama bu kadar da olmaz ama Rilke ama!

resmini yapardım senin, duvara değil

gökyüzüne, bir uçtan bir uca
ve şekillendirirdim seni, sanki bir dev
şekillendiriyormuş gibi: bir dağ, bir yangın,
çölün kumundan doğan bir samyeli olarak -

ya da
olabilir ya: bulurdum
seni bir keresinde...
dostlarımdan uzakta
kahkahaları ulaşmadığı zaman kulağıma
ve sen: yuvasından dönmüş
küçücük bir kuşsun, sarı ayaklı,
kocaman gözlü, beni duygulandıran.
(elim senin için çok fazla kocaman)
ve ben alırım parmağımla bir damla kaynaktan
ve bakarım, çırpınarak uzanışına
ve duyarım kalbinin ve kalbimin attığını;
her ikimizinki de korkudan.

r.m.rilke (hazretleri)

25 Şubat 2017 Cumartesi

Bir haber, Bir Klimt Tablosu ve içerim Sait Faik şiiri gibi

Klimt'in Kiss tablosuyla teyzemin kızının evlendikten 1 ay sonra hamile kalmasının ne alakası var değil mi?

Teyzemin kızının hamile olması haberine şaşırmışken ama şaşırma halinden sonra gelecek hissimin keder yahut mutluluktan hangisi olacağına kestiremediğim bir an. Israrla "sen nasılsın peki" diye soruyorum o bana nbasıl hissettiğimi sorarken. O ise çok mutlu olduğunu söylüyor. İyiyim abla diyor. Zaten istiyordum, Allah kalbime göre verdi. Kederi itip kendime his olarak mutluluğu seçiyorum ben de. Onu seviyorum, o seviniyor, bana da sevinmek düşüyor. Ama ertesi günlerde mutluluk bir gelip bir gidiyor kuzenimi düşündükçe, keder ağır basıyor. İkimizin de kuzeni olan diğer kuzenime soruyorum, hakikaten mutlu mu diye. O bana kuzenimizin bebeği ne kadar da istediğini, evlenir evlenmez bebek yapmanın evlenmeden önce hayalini kurduğunu anlatıyor. Keder kapımda bekliyor ya günlerdir, dönüyorum, bak diyorum kederciğim, sen git başka bir konuda gelirsin, en azından benimle ilgili bir konuda gel, seni içeri alamam.

İçerimde dünden kalan bir tencere kısıra gömülmüş Mutluluk'a dönüyorum yahu tıkınmaya bir ara ver de şu meseleyi bir daha konuşalım diyorum. Mutluluk yüzüme ne diyorsun sen diye bakış atıyor, çünkü aslında mutluluğun ziyaret kurallarında konuşmak, düşünmek taşınmak yok ben de biliyorum. Mutluluk düşünülen bir şey değil çünkü, Mutluluk yaşanan tadına varılan bir şey. Keder o uzun uzun düşünüp taşındığın, saatlerce çaydan kahveye, kahveden biraya biradan rakıya atladığın. Birlikte sigara tellendirip uzaklara baktığın. 

Kederden bu kadar sıkılmış olduğun halde nasıl oluyor da mutlulukla başa çıkamadığını, mutluluğa içerinde niye yer açamadığını anlamıyorsun. Zaten sen nice zamandır mutluluğu başa çıkılabilen bir şey sanıyorsun, önce buradan başlaman gerek. 

Büyük Türkçe Sözlüğü masaya çıkarıyorsun. Mutluluk nedir okuyorsun. Sen hislere giden, değişime giden yolun anlamakla olacağına inanıyorsun. Anlamanın uzun zaman dilimi gerektirdiğini biliyorsun oysa, anlamanın bir süreç olduğunu, oysa ki tepkilerinin, hislerinin süreçle ilgili değil, anla ilgili olduğunu; anlamaktan ziyade sezgilerine ve içgüdülerine kulak vermen gerekiğini de biliyorsun. Çünkü bunlara da sözlüklerden baktın. Ve yine içinden çıkamadığın bir yumağın içine kendini atıyorsun. 

Işıkları kısıyorsun, perdeleri kapıyorsun, kederi içeri alıp mutluluğu tencereyi eline verip postalıyorsun. Keder'ciğim diyorsun niye sevinemedim ben söyle bu bebek haberine. Babacan tavrıyla dizine yatırıyor seni, sırtına koltuğun kenarına iliştirilmiş battaniyeyi örtüyor nazikçe. İçin ısınıveriyor loş odada, sıcak battaniyenin altında. Ama diyorsun daha kaç yaşındaki, hem yeni bir ülkede, daha yeni evlendi, evlendiği çocuğu tanısaydı bari. Ama diyorsun bebek her şeyi değiştirecek. Kolay mı öyle ki işler... 

Kolay mı? Bir kaç kez daha soruyorsun bu soruyu? Kolay mı hakikaten? Keder susuyor. İçerinde uzun bir sessizlik. Koltuğun ucunda bir gölge beliriyor. Kolaydı hatırlasana diyor. Kim olduğunu seçemiyorsun başta ama o konuşmaya devam ettikçe hafızan gıdıklanmaya başlıyor.

Hatırlasana diyor, 17 yaşındaydık evlenmeye karar verdiğinde ve evlenir evlenmez de çocuk istiyorduk, çocuğa isim düşünüyor, devlet okulu mu yatılı okul mu diye tartışıyorduk.

Yattığın yerden kalkıyorsun bir hışımla, Kızgınlık geldi yerleşti bile omuzlarına. Bir maymun gibi tepene kuruluyor, sureti belirmeye başlayan Neşe ile o konuşuyor buradan sonra. 

Kızgınlık, sen de nereden çıktın arkadaş diyor Neşe'ye, o günlerin hepsi geride kalmadı mı' Çocukluktu onlar. Geçti gitti. Ne kadar üzüldük hatırlamıyor musun?

O günler için "çocukluktu" dediğin ilk günü hatırlıyorsun. Neşe'nin yavaştan ortadan yok olduğu günleri. Senin olmayan, yürümeyen bir ilişkiyi yürütebilmek için söylediğin yalanları. Kendi gerçeğinden nasıl utandığını ve başkalarına yaranmak için gerçekleri gömüp yalanları kendi gerçeğin yaptığını. Çocukluktu 17 yaşım diye başkalarını inandırmaya çalıştığını.

Keder söze giriyor, mecburdun diyor. Bir gün yalan söylememek için bir süre art arda yalanlar söylemen gerekiyordu. Hepimiz ortak almıştık bu kararı diyor. Ya ölecek, ya öldürecektik ya da yalan söyleyecektik. 

Ben yere çömeliyorum, onlar başlarını öne eğiyor. Diğerleri de gelmiş biz tartışırken, Tiksinti, Kıskançlık, şaşkınlık, İmrenme, Mutluluk da burada.

Sözü Tiksinti alıyor. Artık durumun kuzen, bebeği ve kocasıyla ilgisi olmadığını hepimiz anlamışızdır sanırım. Konu biziz ve hayallerimiz. Ve bence O sorduğun soruya dönelim: Kolay mı? 

Evet diyorum, sanırım Neşe haklı. Kolay olduğunu düşünüyordum. İnsan neşeyle işbirliği edip arada da sizlerden akıl aldığında her şey kolay. Şimdi uzun zamandır yapamadığım şeylere bakalım, ya da hayalini bile kurmaktan korktuğum şeylere. Uçmak mesela. Rüyalarımda ne kadar da mutlu oluyorum uçarken. Ne kadar da heyecanlı bir yerden bir yere kuş gibi süzülüvemek. Başka başka iklimlere, başka başka yemeklere, yüzlere, hayvanlara, insanlara bakmak, onlarla olmak.

Sadece onlar değil ki. İstediğim zaman dışarı çıkmak bile çok zor. Erken uyanmak hele en zoru. Arkadaşlarımla az görüşebiliyorum çünkü yataktan çıkmak istemediğim gibi evde ışıkların üzerine de örtü geçiriyorum. Zor çünkü yaşamak, gün geçirmek. Gün diye bir şey var mesela. Ben bir tanesini atlatmışken yenisi geliyor ve nasıl yorucu oluyor.

Neşenin yokluğunda işi devralan, Tiksinti, Yorgunluk, Keder üçlüsü kalabalığın içinde gruplaşmışlar aralarında konuşuyorlar. Ne konuşuyorsunuz orada diyorum. Yorgunluk söze giriyor: beni çok seviyorsum biliyorum, ben de seni seviyorum, sizin ailede en baskın hislerden biri olmak ben ve atalarım için bir onur, ama yorgunluk da bir yere kadar dayanabilir, biz de yoruluyoruz hiç düşündün mü. Hem sen bu kadar az evden çıkıyorken sana kendini yoracağın şeyler bulmak benim için gitgide zorlaşıyor. Biz çok akıllı değilizdir hepiniz bilirsiniz. Mutluluğun nasıl dili yoksa bizim de pek aklımız yoktur. Yıllardır kederden akıl alıyorum, Tiksinti'ye koşuyorum... Artık beni emekliye ayırmanın vakti geldi bence. 

Gözlerim büyüyor, emekliye ayrılmak mı?!

Yorgunluk yüzüme bakıyor, Tiksinti de evet diyor, ben de lütfen. Ben de ayrılmak istiyorum. Artık kendine başka baskın hisler seçme vaktin geldi. Emekliye ayrıldık diye seni bırakacak değiliz ki hem. Hala burada oluruz, rüyalarında buluşuruz. Ama emekli olursak rüyalarına da bir süre girmeyeceğim. Bir süre dinlenmem lazım. Senin geçmişinden, hafızandan, gün içinde yaşadıklarından seni tiksindirip korkutacak, yatağa kolayca girmeni ya da suyun altına atlayıp kendini yine yeniden temizlemeni sağlayacak o şeyi bulmak o kadar yorucu ki. Yorgunluk kapımı çaldığında sevinmiştim oysa ama işlerin buraya varacağını tahmin etmemiştim doğrusu. Bugün burada konuşabildiğim için ne kadar mutluyum anlatamam.

Derin iç çekiyorum. Ama ben ne yapacağımı nasıl yapacağımı bilmiyorum diyorum. 

Tiksinti ve Yorgunluk beni sarıp sarmalıyorlar. Üzülme diyorlar. Zaten son zamanlarda bizi o kadar da yormuyordun. Şimdi böyle konuşulunca biz biraz abartmış olabiliriz. Geçmişte evet ama son zamanlarda sen de farkındasın zaten. Aynada kendine uzun uzun bakmandan anlıyoruz. Sabahları duşa koşmadan önce kahvaltı yapıp çay içiyorsun, banyoda kitap okuyor, kakanı yapıp dişini fırçalarken bizi eskisi kadar göz önünde tutmuyorsun. Hatta geçen duş alırken banyoya müzik sesi de girdi, telefonunu banyoya soktun. Bence sen de bizimle yavaştan vedalaşıyordun.

Veda demeyin bana diyorum. Asla vedalaşmam sizlerle diyorum. 

Veda etmek kötü bir şey değil ki diyorlar. Haklılar. Sözlüğe bakmak istiyorum. Veda neymiş acaba diye.

Hafıza birden ışıklı üniformasıyla olaya dahil oluyor. Sen aslında veda nedir nasıl edilir gayet iyi biliyorsun. Ama vedaları pek sevmediğin için bilmediğini sanıyorsun. 

Ben evet haklısın diyemeden daha hepsi bir ağızdan Klimt! diye bağırıyor. Gülüyorum.Sahi diyorum Klimt'ten bahsedecektim değil mi?!

Evet diyorlar hepsi heyecanla, kim var kim yoksa oturuveriyor bulduğu yere, Neşe utana sıkıla arkadan elinde tepsiyle bana bakıyor. Ah diyorum, utanacak ne var, tabi ki dağıtabilirsin, ben de isterim ama bir bardak. Sıcak içeçeklerle dolu bir tepsiyi tutuyor sırasıyla herkese, herkes ne isterse meşrebince alıyor, bitki çayları, kahve, sıcak çikolata, sıcak şarap bile var, Tiksinti için özel olarak sıcak su içine limon atılarak hazırlanan çaydan bile var. Ben de seçimimi yapınca -elma çayı alıyorum- hep birlikte ilk yudumlarımızı birlikte alıyoruz, biz ilk yudumları içerken mutluluktan bir aahh sesi duyuluyor belli ki onun içecek falan umrunda değil, o bizi bir arada görmeye yüzlerimizin gülmesine bayılıyor. 

Gülüşüyoruz ve Klimt, Klimt diyorlar hep bir ağızdan. 

Hikayeme başlamadan içinizden birini hikayemde bana eşlik etmesi için buraya çağırıyorum diyorum. Murakami koşmasam yazamazdım demiş ya, ben de kendim için Murakami'nin koşmaya atfettiği bu değeri çizmeye atfediyorum. Ve çizmem için beni teşvik eden, bıkmadan usanmadan benimle ilgilenen tanıdığım en nazsız niyazsız duyumu; "Görme"yi buraya çağırıyorum. 

Görme için başlayan ufacık alkış sevgi seline dönüyor, Meksika dalgaları, tezahüratlar, allahım içerim şenlik yeri oluveriyor. Görme'yi ellerine alıp havada dolaştırıyorlar. Görme'nin keyfine diyecek yok, Neşe'nin silüetinin canladığını görüyorum. Görme'ye aşık mı olmuş acaba?! Yanımda Keder kulağıma fısıldıyor, ateş bacayı çoktan sardı. Ben bu yeni aşkın kıvılcımlarına hayretle bakarken Görme'yi alkışların arasında yanıma, sahneye yollayıveriyorlar.

Ben kenara çekiliyorum, o biraz kendini anlatsın istiyorum çünkü. Gidip; "Duyma" ve "Dokunma"nın arasında kendime yer açıyorum. 

Görme sözü alıyor, kendimi anlatmadan önce Klimt'ten The Kiss/Öpücük tablosuna bir kaç dakika bakmanızı rica edeceğim. Hafıza, ellerinden duvara projeksiyon gibi yansıtıyor görüntüyü. Hepimiz bir kaç dakika Görme'nin dediğini gibi yapıyor içeceklerimizi yudumlarken tabloyu seyre dalıyoruz.

Görme de tam ondan beklenecek gibi bizi izliyor, bir bir yüzlerdeki manaya ve bu manaların benim yüzümdeki yansımalarına.

Biz hayran hayran kendimizden geçmişken, Görme, Öhö Öhö diye boğazını temizleyip söze giriyor. evet diyor, sizin bu tabloya böylesine uzun bakabilmeniz, bakarken renklerden, şekillerden böylesine etkilenmeniz, hatta Hafıza'nın, tabloyu bu netlikte yansıtması, bu kadar ayrıntılı hatırlıyor oluşumuz benim sayemdedir.

Haklı diyorum kendini epey güzel tanıttın doğrusu. Sevimli sevimli gülümsüyor, evet diyorum Klimt diyorduk değil mi? Klimt'in tablosuna, tablolarına bakarken nasıl bu kadar keyif alıyoruz. Çünkü, Görme, aldığı duyumları içselleştiriyor artık; renkleri, şekilleri, manaları içeriden renklerle, şekiller ve manalarlar birleştiriyor. Tıpkı sinir uçları gibi! evet tıpkı düşünce ve sinir uçları gibi, Görme de kendi yollarını yapan bir mühendis gibi.

Klimt'in tablolarında mutlaka bir insan var ve bu insan etrafıyla, mekanla, eşyayla, insanlarla var. Yani Klimt'in insanları oradalar, varlıkları içinde bulundukları yer ve beraber oldukları insanlarla anlamlı. Kiss tablosunda mesela, kadın ve adam birbirlerinin içine geçmişler, sanki iki ağaçmışlar da filizlendikten beridir sarmalana sarmalana yeşermişler gibi. Kadın adamın onu öpüşüyle varlık bulmuş gibi.

İşte bu his; benim kendimi yakın hissettiğim. Bir "şey"in etrafıyla olan ilişkisinden anlamak ne olduğunu. Orada olmak ama boşlukta değil, renklerle, mekanlarla, insanlarla, dokularla sarmalanmış dururlar Klimt'in insanları. İşte benim arzu ettiğim ama çizerken, boyarken beceremediğim bir "yerleşiklik". Benim insanlarım, hayvanlarım, bitkilerim boşluktalar, evlerim bile. Hep havadalar sanki; zaman ve mekandan münezzehler gibi.

Oysa içerim onlar da tutunsunlar istiyor, Klimt'in yaptığı gibi, onları etraflarıyla birlikte çizmek. Ki bence zaten Klimt'in yaptığı hayatın gerçek duygusuna çok yakın. Realiteye. Oysa benim çizdiklerimde hep eksiltmeler var, her şey hep uçuyor gibi. Oysa köklerle, görülen yahut görülmeyen, bağlıyız dünyaya. Zira Klimt tüm kökleri görünür kılan, soyut yahut somut!

Kökler, bağlar ve aidiyet! Boşluk'a, kopma'ya, düşme'ye karşı.

İçerimde bir müzik yükseliyor. Tom Waits'ten adını çıkaramadığım bir parça; ayak sesleriyle başlıyor vals ile devam ediyor. Yeni eski ne varsa içerimde; duyularım, duygularım, korkularım....

Haydi dans edelim! Bir devrimin adı uyanıyor ve hiç bir devrim birlikte dans etmeden başlamıyor, başlayamıyor, becerilemiyor! Devrim'in ne olduğuna sözlükten bakmana gerek yok, başından aşağı anlamı hissediyorsun.

Gözün Hafıza'ya takılıyor, kişisel sözlüğün sayılır, ona güvenmelisin, onu dansa kaldırıyorsun. Senin bu hamlenle Yorgunluk, Dinginlik'le; Tiksinti, Memnuniyet'le, Korku, Açıklık'la, Boşluk, Köklerle dansa kalkıyor ve daha niceleri birbirleriyle ve yalnız başlarına salınıyorlar içerimde.

İçerimde Tom Waits'in içli sesi.
İçerim şenlik yeri.
İçerim Sait Faik şiiri gibi.

Hoşgeldin 30 yaşım.




13 Ocak 2017 Cuma

Türk Eğitim Sisteminin Dostluk Üzerindeki Etkileri yahut Modern İnsanın Kolektif Bilinçdışı*

Efendim herkeste nasıl oluyor bilmem ama sanırsam benim kalbim her beş yılda bir genişliyor.
Bu biraz karışık gelebilir, ama üşenmeyeceğim, siz bu müthiş tespitimi anlayıp "oha lan, hakkaten de haklı" diyene dek anlatmayı sürdüreceğim.

Evet efendim, dedim ya gönlüm her 5 yılda bir genişliyor diye, bunu nereden çıkardın, nasıl da bi yerinden uyduruyosun diyorsunuz haklı olarak, ama uydurmuyorum. Ben biliyorsunuz ki klasik bir işte çalışmaya direniyorum yıllardır, hatta son bir yıldır daha da direnişim arttı, çalışıyorum ama para kazanmıyorum. Oysa gün boyu, yazıyor, çiziyor, kendim ve insanlık hakkında düşünüyor, hayatımı ve hayat denilen şeyi anlamlandırmaya çalışıyorum. Ve bir gün bu şimdi para kazanmadığım ama sizler gibi her gün mesailiymiş gibi çalıştığım bu işten para da kazanacağım.

Evet bunu diyorum çünkü kendimde gördüğüm bu gönül genişlemesi hadisesinin sadece benim değil, toplumumuzun bir durumu olduğunu bugün saptadım. Yani gönül genişlemesi bir olgudur efendim.

Türkiye'de okula başlama yaşı 7'dir. 7 yaşından sonra bizim sosyal hayatımıza aile bireylerimiz ve evimizin çevresindeki arkadaşlarımıza okul arkadaşlarımız eklenir. Benim zamanımda ilkokul 5+3 lük sistemle okunuyordu. 5 yıl aynı sınıfta aynı arkadaşlarla devam ederdik, sonra ortaokula geçince sınıfları karıştırırlar bir 3 yıl da bu yeni sınıfınızda okurdunuz.

Hatta benim okuduğum okulda manyakça bir sistem vardı, Israrla sınıfları karştırmaya devam etmişlerdi 6. sınıftan sonra da. Sanırım dünya vatandaşlığı gibi bir şey arzuluyorlardı. Herkesin herkesi tanıması demekti bu sınıf karılması durumu. İlkokuldan mezun olunca sınıf arkadaşım dediğin kitle bir okulun tüm son sınıfları oluyordu.

Evet neredeyiz, ilkokulu bitirdik ve liseye geldik, bir dört yıl da lise sürüyor. Sosyal hayatımıza ilkokul arkadaşları, ortaokul arkadaşları derken bir de lise arkadaşları dahil oldu! Lise arkadaşlarını diğer çevreye katarak ilerliyoruz hatta zaten bazı lise arkadaşlarımız bizim ortaokul, ilkokul ya da mahalleden arkadaşlarımız oluyorlar. Yani bu şu demek 18 yaşına gelene dek, belli periyotlarla zihnimiz ve gönlümüze yeni isimler giriyor.

Sonra 18 olduk başladı üniversite. Al sana 4 yıl da üniversite, Gönülde bir genişleme daha!İlkokulla başlayan bu katarak ilerleme hali, üniversite, yuksek lisans, dokrora ile genislemeye devlet baba elitle devam edebileceği  gibi bir de hayatın kendi doğal halleriyle devlet baba desteği olamadan dönem dönem iş, ev değiştiriyoruz, ki bence vir yerden sonra herhangi bir değişim, genişlemey olmuyorsa hayatımızda mutsuz olmaya başlıyoruz. Ki bu hale rutin deniyor. Rutini kırmak, ilerlemek, genişlemek istiyoruz.

Yeni bir çevreye girmek, kurslara gitmek, eğitimlere katılmak, hatta bence çocuk yapmak bile kimi zaman bu gönül genişlemesinden, gönlüme habire arkadaş katacağıma çocuk yapayım, gönlümü o şekilde genişleteyim düşüncesi bile geçiyor bence bir çoklarının aklından. Hatta bence bunun Türk Eğitim sistemiyle değil, modern dünyada insan olmakla ilgisi var. Yani eğitimi okulda ve sistemli bir biçimde alan tüm dünya vatandaşlarının ortak meselesi bence. (yazının burasında haaa dediğinizi duyar gibiyim, aydınlanmaya yaklaşıyoruz gençler!!!)

Yazının burasında Modern İnsan Olmanın, Dostluk Üzerine etkisi başlığına iyiden iyiye yaklaşırken, 7 yaşından 30 yaşıma genişleyen çevremi ve facebook'taki arkadaş listemi ve paylaşımlarımı gözden geçiriyorum. Girdiğim yeni ortamlara hep aidiyet hissi geliştirmişim ve hep bir öncekilerle de bağımız koparmamaya gayret etmişim. İşte gönül genişlemesi dediğim de bu. Gönlümün limiti hep aynıymış gibi davranıp her yeni çevrede edindiğim arkadaşları almak için gönlümde elemeler, çıkarmalar yapmamışım, elbette zamanla sayının azaldığı da olmuş, ama yaşım ilerledikçe dostluğa ve dostlara atfettiğim anlam azalmak yerine artmış bile. İlkokulda canım, canımıniçi dediğim tek bir dostum varken, zaman içinde canımıniçleri dediklerim sayılamayacak kadar çoğalmış. Tabi bu tespitlerimde çoğul bir dil kullansam da kendi maceram dayank noktam, yani bir yanıyla epeyce bir kendim adıma konuşuyorum.

Eğitim sistemine yüklenecek gibi girdim, modern hayata atar yapacak gibi devam ettim ama şimdi her ikisinin de ellerinden öpüyorum. Hep b.k atacak değiliz ya, eğitim sistemi ve modern insan olmak'a. Efendim bakınız sınıfları sürekli karan o çılgın okul müdürlerine, bizi türlü sebeplerden okuduğumuz okuldan koparan başka okullara gönderen ailelerimize, çoğu ilde bir üniversite, hatta bazılarında hiç üniversite yokken, lise çağına gelmiş gençlerin ailelerinden, çevrelerinden ayrılıp büyük şehirlere okumaya gitmesinde varmış bir hayır da ben görememişim bu yaşıma dek. Ya da belki şöyle demeliyim; her sostem kendi içinde çzözümüyle geliyor. Eğitimin sistematize edilmesi, modern hayatın kalıplara sokması gibi içine doğduğumuz bazı normların da insana nefes aldıran yanları yok değil, yoksa bu kadar uzun dayanamazdı değil mi ideolojiler. İnsan hep kendine yollar bulmuştur. Bulacaktır da.

(Dayanamıyorum romabtize edeceğim, dikkat!)

Hepimiz 4 duvarın içinde yaşıyoruz koca şehirlerde. Ve duvarlar gibi gönüllerimiz de sınırlandırılmış sanıyoruz. Oysa ki atalarımızdan almışız biz göçebe hayatın o bağlanmaya ters zihniyetini, kapitalist hayatın insanı iş, ev, aile üçgeninde sıkıştırmasına ses çıkaramamışız ama görüyorum ki hepimiz kendimize bu üçgeni dörtgen, beşgen, altıgen.... nice çokgenler yapacak kenarlar, üçgenin dar açılarından bizi kurtaracak geniş açılar aramışız.

Devletin bizi eğitim hayatımız boyunca o sınıftan bu sınıfa, sınıflardan sonra da kpss ile atamasına alışmış, o bizi atamadan biz kendimize başka sınıflar aramışız.

Evet efendim burada kendi yazdıklarıma kendim "ohaaa" derken buldum kendimi. Belki size vaadettiğim aydınlanmayı yaşatamadım ama size bir şeyi anlatmaya çalışırken ben aydınlandım. Yazının burasında vardığım nokta başladığım noktadan epey bir başka, şimdi baya baya şu soruya cevap arıyorum; insan böyle olduğu için mi eğitim sostemi böyle, ya da insan eğitim gördüğü için mi böyle gissediyor.

Biz insanoğlunun kolektif bilinçdışı diye bir hadisesi var, yüzyıllardır insandan insana aktarılan insanlık bilgileri bunlar, ben kendimdeki bu gönül genişlemesi hadisesinin ne kadar da kolektif olduğunu anladım. (yerinde bir isim olmuş lan Jung! az çakal değilsin heeee)

Diyeceğim o ki, emin olun hiç okul okumasak da böyle hissederdik! hiç köyümüzden yurdumuzdan çıkmasak da böyle hissederdik, artık yazının sonuna doğru şuna inanır oldum, insanın gönlü belli aralıklarla genişler, insan belli aralıklarla yeniyi yeniliği özler, ve bu arayışına bu hasretine de çağlar yüzyıllar boyu türlü adlar koyar! İnsanın bedeniyle birlikte zihni ve organları da büyür. (Alın size biyolojik açıklama) İnsanın gelişen bedeniyle genişleyen duyuları hayata hep biraz daha açılır, bunun türlü adlarından biri de arkadaşlıktır.


İstanbul maceramda vakıfla birlikte gönlümün genişlemesi bundan 5 yıl önceye tekabül ediyor, tam artık vakıf arkadaşlarım gönlüme yerleşmişken gönlüm koro arkadaşlarıyla bir kez daha bir kez daha şenleniyor.

Valla yazıyı buraya kadar sabırla okuyup aydınlanan aydınlanamayanlara hafta sonu elcağızlarımla krep yapıp zihinsel değil damaksal bir aydınlanma vaadediyorum!

*Tez bitiremeyen ama müthiş başlık koyabilen bir insanım bilirsiniz.

Sizleri öpüyor huzurlarınızdan ayrılıyorum;

Dertli gönüllere giren,
İşte benim Zeki Müren


19 Şubat 2016 Cuma

önsöz

Sadelikten yanayım. Amacım büyük laflar etmek değil. Ama bilmiyorum ki bir insan kendini nasıl anlatmalıdır. Ondan da önce şunu sorayım. Bir insan niçin kendini anlatmak ister? Başkaları da niye okur o insanı? Okurlar mı yahut?

Umuyorum ki okuyacaksınız ve umuyorum ki okumak size, yazmaksa bana iyi gelecek.

Üzerinize afiyet ben bu yaşıma dek yaşadığım bazı şeyleri sıçacağım dostlar, kokacak ve sifon da çekeceğim üzerine. Yok bu benzetme pek hoş kaçmadı. Zira sizlere b.k okuyacaksınız demiş oluyorum. Nasıl bir tabirle anlatmalı bilmem yazma macerasını. Lisede edebiyat hocamız “okumak dolmak yazmak ise boşalmaktır” demişti de herkes önce bir hımm deyip sonradan haaa!!! demişti. Şimdi o benzetmeyi anarak hocamın tatlı kulaklarını çınlatarak okudum okudum boşalmaya geldim desem, yok dostlar, bu da olmaz.

Belli ki ben bir benzetme çabasına girdikçe yazma serüvenimi, hep utançlı kelimeler bulacağım. O yüzden abartısız, süssüz yazacağım dediğim yere dönerek, en baştan alıyorum.


Merhabalar sevgili okurlarım, bir şeyler yaşadım ben de sizler gibi, ama uzun zamandır içimde debeleniyor yaşadıklarım. Yazmadan, anlatmadan olmayacağına karar kıldım. Ve işte anlatacağım sizlere. Anlatmalıyım, seslenmeliyim, içimden gelen ses böyle diyor ve ben de kulak veriyorum bu sese.

27 Kasım 2015 Cuma

nayır nözlemiyorum!

bir ev vardı hani, ta apartman kapısından girince, biraz boya, biraz kibrit, çokça da apartman apartman kokardı. bir yatak vardı hani başını koyunca öylesine uyurdun umarsız. öylesine bırakıverirdin o çocuk bedenini, çiş bile yapmıştın kaç kez uykunda hatırlasana.

bir ev ve bir yatak... sen özlemedin sanıyorsun, sorsalar aa o da nerden çıktı ayol dersin. ama bak işte, nasıl da kokusu burnunun te direğini sızlatıyor ve o yatağın hayali içini kıpırdatıyor.

bir ev ve bir yatak. 'bir ev'de ulama var, 'bir yatak'ta yok.
ulama olsun ya da olmasın bunun hiç bir önemi yok. ve bunların konumuzla da ilgisi yok.
"bir ev ve bir yatak istiyorum çişe kalkmak istemeyip altıma kaçıracağım." cümlesi  şiirsel bir devrik cümledir ve gizli öznesi ben'dir. bunun da konumuzla ilgisi olmamakla birlikte böylesi devrik şiirsel cümlelerin yazıya hareket kattığı da bir gerçek.

lafı değiştiriyorsun. çünkü özlemek'ten konuşmaktan sıkılıyorsun, belki de utanıyorsun. ama bak işte özlüyorsun. oysa özlememeli o günleri.
-meli -malı ekleri gereklilik kipi ekleridir. -mek -me -iş ise mastar ekleri. özlemek kelimesi gereklilik kipinde çekimlenebilir mi ki?  hadi söyle bakalım özlemek engellenebilir mi sayın öğretmenim!

ben bir türk dili ve edebiyatı öğretmeniyim. hiç kendini böyle tanıtmadın kimseye. oysa sırf birileri nesin diye sorduğunda cevap verebilmek için öğretmen oldun. yazık.

sen mesleğini icra etmeyen bir öğretmensin. öğretmenliği de özlüyorsun. senin vaktinin yarısı özlemek yarısı özlediğini inkar etmekle geçiyor. git bi silkelen iyisi mi. ya da git bir çay koy, sonra da sigara yak. yapabilirsen. demeye lüzum var mı bilmem ama -ebilmek yardımcı fiildir. artık duruma göre olumlu yahut olumsuz sonuçlanabilir.